31 Mart 2012 Cumartesi
29 Mart 2012 Perşembe
Yazmak Üzerine Küçük Tavsiyeler-1 │A.Ş.│ (Bu not zaman zaman güncellenecek ve yeni bilgiler de eklenecektir. Takip ediniz.)
YAZMAK ÜZERİNE KÜÇÜK TAVSİYELER-1
Şimdi efedim, şöyle; yeni yazmaya başlayan -benden yeni- (aslında böyle bir giriş yanlıştır) ya da yazan bazı arkadaşlarım, benden bazı tavsiyeler istiyorlar. Onlara toptan bir iki küçük tavsiyede bulunmak istedim.
İstedikleri tavsiyeler genellikle, yayınevi bulmakla ve benzeri şeylerle ilgili. Fakat ben onlara, önceliği olan ve daha hayati bir kaç küçük tavsiye vereyim.
Yıllar boyunca çok ve çok okumanın gerekliliğinden söz etmeyeceğim bile. Yeteneğin olmasından da söz etmiyorum. Bunlar zaten olması gerekenler. Bunların üstüne eklenecek şeyler; dilbilgisini çok iyi bilmek, okudukları kitapları sadece harfler ve diğer sembollerden ibaret görmemek, kendilerine has bir anlatım (yazım/roman) dili geliştirmek, her fırsatta roman okur gibi imla kılavuzu ve sözlük okumaktır.
Kurdukları cümlelere dikkat etsinler. Pasif cümlelerden mümkün olduğu kadar uzak dursunlar, çok gerekmedikçe aktif cümle yapsınlar. Sonracığımaa... hah! Zarfları kullanmayı bir kenara bıraksınlar. En doğru ve sağlam cümle, her zaman, özne ve yüklemin arasının en kısa olduğu cümledir. Öğneğin, ''Gözlerini sımsıkı kapattı'' demek yerine, ''Gözlerini kapadı'' demek daha etkili ve iyidir. Sımsıkı'ya gerek yoktur. Çünkü zaten siz hikayenizi iyi anlatabilmişseniz, okur, karakter ya da tipinizin o sahnede gözlerini nasıl kapattığını anlayabilecektir. Bazı şeyleri okura bırakın. Bırakın okur kendi hayal gücünü kullansın. Her şeye müdahale etmeyin ve ders verir gibi cümleler kurmayın. Zarflarla dolu cümlelerden oluşan bir kitap sizi, yazarlar cehennemine gönderir. Öte tarafta bunun hesabını veremezsiniz :) Ve çok zarf kullanmak aslında korkaklığınızın bir işaretidir. Anlamı güçlendirememek korkunuzun... Bu korkuyu aşın.
Hormonlu diyalog ifadeleri de sizi cehenneme gönderecek bir başka şeydir. ' ''Dokun bana'' ve dudakları arzuyla aralanırken bakışları baygınlaştı.' Bu ne yahu! Böyle bir ifade ancak, yaşlı teyzelerin yaşlı teyzeler için yazdıkları, yaşlı teyze kitaplarında olur. En iyi diyalog ifadesi, 'Dokun bana dedi'dir. 'Dedi', 'Diye sordu'... sadece bunu yapın. Sadece bunu... ' ''Dokun bana'' dedi' yazın. Okurunuz zaten o sahnenin gelişimden, bunu söyleyen karakterin, bunu söylerkenki ifadesini hayal edecektir.
Galat-ı Meşhur dediğimiz, yaygın söylem yanlışlarını ve kalıplaşmış yanlışları iyi bilin.(Bir örnek) ''Teşekkürler'' demek aslında yanlıştır. Çünkü Teşekkür kelimesi zaten, tek başına çoğul bir kelimedir. Arapça, Şükür/Şükran kelimesinin çoğuludur. Yani ''Teşekkürler'' dediğinizde, ''Şükranlar-lar'' gibi saçma bir şey demiş olursunuz. (Evraklar'da olduğu gibi) Galat-ı Meşhurlara dikkat!
Okuru süründürmeyin. Gerekmeyen bir sahneyi fazla uzatmayın. Edebi sanatları iyi öğrenin. Zaten beş altı tane kadardır. Sanat yapın ama sündürmeyin, esnetmeyin. Sahne geçişleriniz bir anda ama bağlantılı olsun. Okuru Konya Ovası'nda yolculuğa çıkarmayın, saatlerce ve günlerce aynı düzlüğe ve ağaçlara bakmaktan canları sıkılır. Size Kefken yollarını tavsiye ederim. Ani virajlarla doludur bu yol, sürekli dikkatli ve uyanık olmayı gerektirir, heyecanlıdır. Okurunuzu bu yolda seyahate çıkarın. Verdiği bilet parasına ve yolculuğa ayırdığı zamana üzülmeyecektir. (şoförü gırtlamak da istemeyecektir)
Her işi editörünüze bırakmayın. Yazdığınız şeylerin doğruluğunu defalarca gözden geçirin ve kendinize karşı acımasız olun. Gerekirse yüz sayfayı birden, gözünüzü bile kırpmadan yırtın (ya da geri dönüşüm kutusuna gönderin) Örneğin bir çok editör bile şunu bilmez, ama ben size açıklayacağım; Türkçe'miz, çok incelikli bir dildir. Bu inceliklerden biri, insanı yüceltmesi ve diğer canlılar ile eşyadan üstün tutmasıdır. Türkçe'de -ler, -lar ekleri çoğul ekleri olduğu kadar, aynı zamanda saygı ifadeleridir. ''Müdür Beyler'' derken olduğu gibi. Müdürden söz ederken tek kişi ifade edildiği halde, -ler ekiyle o makam sahibine bir saygı sunuşu vardır. Şimdi, bunu anladığımıza göre şu cümleye bakalım, ''Köpekler koşuyorlardı'' bu yanlış bir ifadedir. Doğrusu, ''Köpekler koşuyordu'' olmalıdır. Çünkü dilimizde ancak, failin (çoğul) İNSAN olduğu eylemlerin fiili çoğul yazılır. Bunun nedeni, az önce söz ettiğim insana saygı inceliğinden kaynaklarınır. ''Çocuklar koşuyorlardı'' bu cümle doğrudur. ''Çocuklar koşuyordu'' cümlesinin yanlış olduğu kadar... (Dediğim gibi, bu ince detayı pek çok yazar da bilmemektedir. Bu bilgiyi paylaştığım için teşekkür çiçeklerinizi adresime gönderebilirsiniz)
'mı'lara, 'mi'lere ve 'de' ile 'da'lara da girmeyeceğim. Zaten bunları bilmiyorsanız kendinize başka bir iş bakın.
Başka, başkaaa? .. Neyse, şimdilik bu kadar yeterli. Aklıma geldikçe başka şeyler de paylaşırım sizlerle. Bunlar sadece yazıma ilişkin bazı tavsiyelerdi. Bu işin başka yönleri de var elbet; hikaye oluşturmak, iskelet, plan çıkarmak vesaire...
Tüm bunların üstüne, benim çok mu doğru yazdığımı sorgulayabilirsiniz. Elbette benim de hatalarım var. Ama siz imamın yaptığını yapmayın, dediğini yapın.
Tekrarlıyorum, grameri (dil bilgisini) çok iyi öğrenin. bu konuda Türk Dil Kurmu adlı kuruluşun yayınlamış olduğu çok güzel bir eser var, İmla Kılavuzu :) Bol bol okuyun. Ve elbette yazı yazma sanatı üzerine yazılmış diğer öğretici kitapları da özümseyin.
Özgün olmak adına komik ve tuhaf hikayeler aramayın. Mark Twain'in dediği gibi, ''İyi bir şey söylediğinde, dünyada bunu kendisinden önce söyleyenin olamadığını bilen tek insan Adem'di.'' Anlatılmamış hikaye yoktur, kendinizi zorlamayın. Sadece iyi bir hikayenizin olması yetmez. Nasıl anlattığınız daha önemlidir ve sizi özgün kılan da budur.
Bunların pek çoğunu yaparsanız, zaten yayınevi hakkında tavsiye sormanıza gerek kalmayacaktır. Onlar sizi bulurlar :) Düşüneceğiniz en son şey, kitabınızın kaç satacağı ve ne kadar para kazanacağınız olsun.
Tekrar görüşeceğiz. 'Sizinle tekrar görüşeceğiz' değil, 'Tekrar görüşeceğiz' :)
©Attila Şanbay │A.Ş.│
(Bu not zaman zaman güncellenecek ve yeni bilgiler de eklenecektir. Takip ediniz.)
Attila Şanbay, Okurlarını Kazıklamaz...
Attila Şanbay, okurlarını kazıklamaz!
-Kitap sayfalarının 'tamamını' kullanır.
-Paragraflar arasında, '2', '3' değil, 'Tek' satır boşluk bırakır.
-Baskıda, 'okunabilecek en küçük punto'yu kullanır. Ve bu sayede onun 1 sayfası, başka pek çok kitabın 1,5 sayfasına denk gelir.
-Bölüm başları sayfanın 'yarısından' değil, sayfanın 'tepesinden' başlar.
-Bir ton kalın olan değil, olması gereken kalınlıktaki kağıdı tercih eder.
Tüm bunlar ne demektir?
Sizin, SADECE 'Yazılan Şey'e para ödemeniz demektir. Bir kitabın sayfa sayısı ve kalınlığı ne kadar artarsa, fiyatı da o kadar artar demektir.
Attila Şanbay'ın, kağıt parçaları yerine, sizlere bir hikaye satması demektir.
İşte bu yüzden bu adamın kitapları ucuzdur; kağıt değil, severek okuyacağınız bir hikaye satın alabilmeniz için...
Sizi seviyorum,
Başka sorusu olan?
©Attila Şanbay │A.Ş.│
-Kitap sayfalarının 'tamamını' kullanır.
-Paragraflar arasında, '2', '3' değil, 'Tek' satır boşluk bırakır.
-Baskıda, 'okunabilecek en küçük punto'yu kullanır. Ve bu sayede onun 1 sayfası, başka pek çok kitabın 1,5 sayfasına denk gelir.
-Bölüm başları sayfanın 'yarısından' değil, sayfanın 'tepesinden' başlar.
-Bir ton kalın olan değil, olması gereken kalınlıktaki kağıdı tercih eder.
Tüm bunlar ne demektir?
Sizin, SADECE 'Yazılan Şey'e para ödemeniz demektir. Bir kitabın sayfa sayısı ve kalınlığı ne kadar artarsa, fiyatı da o kadar artar demektir.
Attila Şanbay'ın, kağıt parçaları yerine, sizlere bir hikaye satması demektir.
İşte bu yüzden bu adamın kitapları ucuzdur; kağıt değil, severek okuyacağınız bir hikaye satın alabilmeniz için...
Sizi seviyorum,
Başka sorusu olan?
©Attila Şanbay │A.Ş.│
Ustalardan Yazar Adaylarına Tüyolar
Ustalardan Yazar Adaylarına Tüyolar
Ernest Hemingway, yazar adayları için en iyi egzersizin gidip kendilerini tavana asmaları olduğunu söylüyor. “Kadınlara elinizin tersini göstermelisiniz. O zaman belki önünüzde sürünürler” diyen maço William Faulkner başarıyı kadınlara benzetiyor. (Onun bu kadar maço olmasından pek hoşlanmadım ama çok okumuş, hatta talih mi talihsizlik mi olduğunu kestiremediğim bir şekilde çok yazar tanımış biri olarak, yazarların yüz yüze geldiğinizde muazzam bir insanı hayal kırıklığına uğratma kapasitesi olduğunu da söylemek isterim.) Truman Copete yazarın üslubunun göz rengi gibi doğuştan belirlendiğine, yani değiştirilemeyeceğine inanıyor. Stephen King, bütün romanlarının aynalarımızdaki çatlaklardan faydalanılarak yazıldıklarını itiraf ediyor. İşte Paris Review dergisinde yayınlanrmış yazar röportajlarından alıntılar…
Ernest Hemingway: Git kendini tavana as!
Yazar adaylarına önereceğiniz en iyi zihinsel egzersiz nedir?
İyi yazmayı güç bulduğu için gitsin kendini tavandan assın derim. Sonra da hiç acımadan ipi kesip kendini yazmaya zorlamalı. Bu durumda yazmaya başlarken elinde en azından ipe çekilme hikâyesi olur.
Yaratıcı bir yazar olarak sanatın işlevinin ne olduğunu düşünüyorsunuz? Gerçeğin kendisi yerine niçin temsilini tercih ediyorsunuz?
Bunda şaşıracak ne var? Olmuş şeylerden, varolan şeylerden ve bütün bildiklerinizden ve bilemeyeceklerinizden bir şey ortaya çıkarıyorsunuz ve bu bir temsil değil, tamamen yeni bir şey, bütün gerçek ve yaşayan her şeyden daha doğru. Siz ona can veriyorsunuz ve eğer bunu iyi yaptıysanız ölümsüzleştiriyorsunuz. İşte bu yüzden yazıyorsunuz ve bildiğiniz başka hiçbir sebep yok. Ve başka hiç kimsenin bilemeyeceği diğer bütün sebepler.
William Faulkner: Başarı kadın gibidir, önünde eğilirseniz ezer geçer
Bir yazar için en iyi çalışma ortamı nedir?
Sanatın çalışma ortamıyla alakası yoktur. Bana teklif edilen en iyi iş bir genelevi işletmekti. Bana göre, bir sanatçının çalışması için ideal bir yerdir. Mükemmel bir ekonomik özgürlük; aç kalma korkusu yok; başını sokacak bir yerin var ve birkaç basit hesaba bakmak ve her ay gidip bölgedeki polise para ödemekten başka yapacağın bir şey de yok. Sabahları etrafta çıt olmaz, akşamları eğer sıkılmışsa katılabileceği yoğun sosyal bir yaşam vardır. Ev sakinlerinin hepsi kadın olduğu için de hürmet gösterir, sizi “Beyefendi” diye çağırırlar. Mahalledeki bütün kaçakçılar da “Beyefendi” diye çağırır ve polislere ilk isimleriyle hitap edebilir. Yani bir sanatçının ihtiyacı; fazla masraflı olmayan huzuru, yalnızlığı ve eğlence bulabileceği bir yerdir. Bütün yanlış seçilmiş yerler sanatçının tansiyonunu yükseltir, zamanının çoğunu hayal kırıklığı veya kızgınlıkla harcamasına neden olur. Tecrübelerime göre, benim işim için ihtiyacım olan şeyler kâğıt, tütün, yiyecek ve biraz viskidir.
Yazarın ekonomik özgürlüğe de mi ihtiyacı yoktur?
Hayır. Tek ihtiyacı olan şey kâğıt ve kalemdir. Para karşılığı yazılmış iyi bir şeye rastlamadım hiç. Bir yazar, ancak kötü bir yazarsa zamanı veya ekonomik özgürlüğü olmadığı gibi özürlerin arkasına sığınır. İyi bir sanat eseri hırsızlar, kaçakçılar veya at bakıcılarından da çıkabilir. İnsanlar gerçekte zorluğa ve yoksulluğa ne kadar dayanabileceklerini keşfetmekten korkarlar. Ne kadar güçlü olduklarını keşfetmekten korkarlar. Hiçbir şey iyi bir yazarı yok edemez. İyi bir yazarı yok edecek tek şey ölümdür. İyi yazarların başarıyla veya zengin olmakla uğraşacak zamanları yoktur. Başarı kadınsıdır ve kadına benzer, önünde eğilirseniz, üzerinizden ezer geçer. O yüzden kadınlara elinizin tersini göstermelisiniz. O zaman belki önünüzde sürünürler.
Truman Capote: Yazdığnız şey portakal gibi olmalı
Öykü tekniğinizi nasıl geliştirdiniz?
Öykü, sadece kendi doğallığında anlatılırsa doğru biçime ulaşır. Yazdığınız öykünün doğal olup olmadığını test etmek için bakacağınız şey şudur: Onu bir portakal gibi kesin. Doğanın tam olarak kusursuz yaptığı bir şey olan portakal gibi.
Bir yazar üslup edinebilir mi?
Hayır, insan uğraşarak gözünün rengini değiştirebilir mi? Aynı şekilde üsluba da bilinçle ulaşılabileceğini sanmıyorum. Her şey bir yana, üslup insanın ta kendisidir.
Eleştirinin yapıcı etkisi var mıdır sizce?
Bir eser yayınlanmadan önce fikirlerine güvendiğiniz birisinden aldığınız eleştirinin tabi ki yapıcı etkisi olur. Ama yayınlanmasından sonra eser hakkında sadece övgüleri duymayı ya da okumayı isterim. Hayattat çok hakarete uğradım hâlâ da uğruyorum, bazıları tamamen kişisel ama artık hiçbirini umursamıyorum. Hakkımda yazılmış en ağır iftiraları bile okurken kılım kıpırdamaz. İşte benim tavsiyem; asla ama asla bir eleşirmene cevap vererek kendinizi küçük düşürmeyin. İstediğiniz kadar hayali mektuplar yazabilirsiniz ama sakın düşündüklerinizi kâğıda dökmeyin.
Stephen King: Aynadaki çatlak
Biz insanlar nelerden korkuyoruz?
Kaos. Yabancılar. Değişiklik. Beklenmedik aksaklıklar. Ani hareketler. The Mist isimli kısa romanım bir kasabanın üstüne çöken sisi anlatıyor ve süpermarkette kapalı kalmış birkaç kişiyi… Kasa kuyruğunda elinde bir kutu mantarla bekleyen bir kadın var. Pencereye doğru gidip inen dumana bakarken mağaza müdürü kutuyu elinden çekip alıyor. Kadın, “Versene mantarlarımı” diye söylenir. Kasa kuyruğundayken biri mantarlarımızı elimizden çekecek diye korkarız.
Bu durumda sizin romanlarınızdaki ana konu bu korku mudur?
Yaptığım şey aynadaki küçük bir çatlak. Her insanın yaşamında nedenini anlayamadığı bir şeylerle uğraşmak zorunda kalacağı bir nokta olur, bu doktorun kanser teşhisini açıkladığı an da olabilir, aptalca bir telefon şakası da. Bu yüzden ister hayaletlerden, ister vampirlerden ya da yolun sonunda oturan Nazi savaş suçlularından söz edin, aslında anlattığımız aynı şey; sıradışı olanın sıradan yaşama tecavüzü ve bunun nasıl üstesinden geldiğimiz. İşte bu durum, karakterimiz ve başkalarıyla, toplumla etkileşimimiz hakkında birçok şey koyuyor ortaya, aslında bunlar da beni canavarlardan, hayaletlerden, gulyabanilerden daha çok ilgilendiriyor.
Romancı gerekirse soygun yapar, dilenir veya çalar
Bu kitaptaki Faulkner röportajını 1977′de kutsal bir metin gibi okudum. 25 yaşındaydım. Boğaz’a bakan bir apartman dairesinde annemle oturuyor, kitaplarla çevrili bir arka odada sürekli sigara içerek ilk romanımı bitirmeye çalışıyordum. İlk romanı yazmak, insanın kendi hikâyesini bir başkasının hikâyesi gibi anlatmayı öğrenmesi değildir yalnızca. Aynı zamanda insanın kendini bir romanı baştan sona tutarlı bir şekilde hayal edebilecek ve bu hayal ettiği şeyi de kelimelere, cümlelere geçirebilecek bir kişiye dönüştürmesidir… Romancı olmak için mimarlık okumayı da bırakmış, kendimi eve kapamıştım. Şimdi nasıl bir insan olmalıydım?
Bir yazar nasıl gerçek bir romancı olur?
Yüzde 99 yetenek… yüzde 99 disiplin… yüzde 99 çalışmak. Yaptığıyla hiç yetinmemeli. Hiçbir zaman yapılabilecek kadar iyi olmaz yapılan. Her zaman hayal kurup yapabileceğini düşündüğünden daha yukarıya koy çıtayı. Sadece öncekilerden ya da aynı dönemdekilerden daha iyi olmaya çalışma. Kendinden daha iyi ol. Sanatçı gözünü karartıp kendisini işine kaptırandır. Neden böyle olduğunu bilmez ve çoğunlukla da bunu düşünemeyecek kadar yoğundur. İşini yapabilmek için gerekirse soygun yapar, ödünç para alır, dilenir veya birinden ve herkesten çalacak kadar ahlaki değerlerden yoksundur.
Cemaatin taleplerinin her şeyin önüne geçtiği bir ülkede Faulkner’dan bunları okumak iyi geldi. Penguin Yayınevi’nin ayrı ciltlerde topladığı Paris Review röportajlarının hepsini İstanbul’a getirtip dikkatle ve mutlulukla okudum. Yavaş yavaş bütün gün bir masada oturup çalışmayı, kâğıdın kalemin kokusuyla bir odada yalnız kalmayı hiçbir zaman kaybetmeyeceğim bir alışkanlık haline getiriyordum. Yazması dört yıl alan ve sonunda altı yüz sayfayı bulan ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nın bir yerinde takıldığımda, sigara kokulu küçük odamdaki masadan içgüdüyle kalkar, umutsuzlukla divana kendimi atar, yeniden okuduğum Faulkner’in, Nabokov’un, Dos Passos’un, Hemingway’in ya da Updike’ın bir röportajıyla yazarlığa inanmaya, yolumu bulmaya çalışırdım. Röportajları öncelikle bu yazarların kitaplarını sevdiğim için, onların yazarlık sırlarını, roman dünyalarını nasıl kurduklarını anlarım diye okuyordum. Ama hiçbir kitabını okumadığım, çok az tanıdığım şairlerin, yazarların Paris Review röportajlarını okumak da beni mutlu ediyordu. Bu röportajları gençlik yıllarımda yeniden yeniden okurken içimde esen duyguları birbirlerinden ayırmaya çalışayım:
1. Paris Review röportajları, yazarların tanıtmak zorunda kaldıkları son kitapları ya da eserleri üzerine değildi. Artık ünlenmiş, herkes tarafından kabul edilmiş yazarlar burada çalışma alışkanlıklarını, meslek sırlarını, nasıl yazdıklarını, kırılganlık anlarını, zorluklarla nasıl baş ettiklerini anlatıyorlardı. Onların tecrübelerini ben de hızla öğrenmeliydim.
2. Tıpkı kitapları gibi bu yazarların çeşit çeşit alışkanlıklarını, bazı küçük huylarını (masada her zaman kahve olmalı), inatlarını, sıradışı tuhaflıklarını kendime örnek alıyordum. Otuz üç yıldır romanlarınmı kareli kâğıtlara elle yazıyorum. Bazan kareli kâğıt benim yazma alışkanlıklarıma iyi uyduğu için diye düşünürüm… Bazan da sevdiğim iki yazarın, Thomas Mann’ın ve Jean Paul Sartre’ın romanlarını kareli kâğıda yazdıklarını o günlerde öğrendiğim için…
3. Yaşıtım diğer genç Türk yazarlarıyla arkadaş değildim ve bu yalnızlığım geleceğime ilişkin korkumu artırıyordu. Bu röportajları okurken yalnızlığımı unutuyordum. Benimki gibi pek çok ruh olduğunu, isteklerim ve başarılarım arasındaki uzaklığın tabii olduğunu, günlük hayattan sıkılmamın hastalıklı değil, akıllıca bir şey olduğunu ve beni hayal etmeye ve yazmaya zorlayan pek çok küçük takıntımı sevip kabul etmeyi de yazar röportajlarını okurken öğreniyordum.
4. Bir roman yazarın kafasında ilk nasıl belirir, gelişir, hikâye nasıl planlanır ya da hiç planlanmaz gibi roman yazma konularında Paris Review röportajlarından çok şey öğrendiğimi hissederim hep. Bazan da bu röportajlarda okuduğum bir çeşit roman anlayışına, kendi kendime öfkeyle karşı çıkarak roman hakkında kendi düşüncelerimi geliştiririm.
5. Gençliğimde, hayranlık duyduğum yazarların hayat hikâyelerini ve Flaubert’in mektuplarını okuyup edebi modernizmin ahlakını -her ciddi yazar için kaçınılmaz olan ahlakı- benimsemiştim: Edebiyatı kendi güzelliği için sevmeli, kendimi sanata hiçbir karşılık beklemeden bütünüyle vermeli ve üne, başarıya ve ucuz ilgiye sırtımı dönmeliydim. Faulkner’in ya da başka yazarların bu ideallere bağlılığını dürüstçe ve içtenlikle ifade etmelerini okumak maneviyatımı düzeltirdi. Yazarlığımın ilk yıllarında, kendime ya da geleceğime güvenimin sarsıldığı zamanlarda bu röportajları yeniden yeniden okur, güvenimi ve kararlılığımı geri kazanırdım.
Yıllar sonra aynı sayfalarda kendim de röportaj verdikten sonra bu konuşmaları yeniden okumak bana gençliğimin umutlarını ve endişelerimi hatırlattı. 30 yıl sonra bu konuşmaları, onların beni yanlış bir yola sürüklemediğini bilerek, aynı heyecanla okuyor ve edebiyatın vereceği zevkleri ve huzursuzluğu içimde aynı güçle hissediyorum.
(egoist okur'dan alıntı)


