ROMAN NEDİR?
Bir düzyazı türü olan roman, insan ilişkilerini anlatımıdır diyebiliriz. İnsanın yaşadığı Serüvenler, iç dünyasının gerçekliği; insan-insan, insan-mekan, insan-doğa ilişkileri yaşadığı ortamın özellikleri toplumsal olay ya da olgular ekseninde belli insanlık durumları öne çıkarılarak işlenir.
Romanın burjuva toplumunun bir ürünü olduğu, 18. ve 19. yüzyılda gerçek kimliğine kavuştuğu söylense de; burjuva öncesi dönemde, özellikle Ortaçağ ve Rönesans edebiyatında kimi roman örneklerine rastlamaktayız. Romanın ortaya çıkışında söylenceler, destanlar, kahramanlık öyküleri ve masalları ilk kaynak olarak alabiliriz. Roman sanatının günlük yaşama dönük soyutlayıcı bakışı öncesinde ise söylenceler, mitolojik öyküler, şövalye ve kahramanlık öyküleri, anılardır. Romana ilk elden kaynaklık eden Pikaresk roman anlayışıyla "yeni bir insan tipi" ortaya çıkarılır. Romandaki ana figür olan "tip" dünyaya ve toplumsal yaşama "aşağıdan yukarıya doğru yönelmiş" bir bakışla bakar, bu eksende gezgin bir ruhla yaşar. Sürekli bir dönüşüm içindedir.
İlk başarılı roman örneğini 17. Yüzyılda Miguel de Cervantes (1547-1616) Don Quijote (1605-1615) adlı yapıtıyla verir. 18. yüzyılda, Cervantes'in açtığı gerçekçi yolda, roman sanatının gelişmesinin ilk öncüleri İngiliz romancılar Samuel Richardson (1689-1761) ve Henry Fielding'in (1707-1754) ürünlerine rastlarız. Gerçeğe, tarihe bağlılıkları romanı olaylar dizisi anlatan, kahramana bu bakımdan anlamlar yükleyen bir tür olarak, diğer türlerden ayrıcalıklı bir yere getirir. 18. yüzyıla gelindiğinde romanın etkinlik alanı genişlerken; yaşanmışlık duygusunun ağır bastığı olayların "hikaye" edilmesiyle de yeni bir dönem başlar.
Daniel Defoe'nün (1660-1731) Robinson Crusoe'de (1719) "ıssız ada"ya sığınan insanın serüvenini anlatmasını roman sanatının gelişimine katkı olarak alabiliriz. Roman sanatının "anılar"ın ötesinde bir edebiyat türü olduğunun, belki de altını en iyi çizen, bir romandır. Ayrıca bu tür bir romanın ortaya çıkış koşullarını da ayrıca değerlendirmek gerekecektir. Çünkü bu yüzyıl bilimde, teknoloji ve toplumsal gelişmelerde birçok şeyin önünü açacak olan bir dönemin başlangıcıdır. Goethe'nin (1749-1832) Faust'unun (1831) bu süreçte çıkmış olması da önemlidir. Aydınlanma düşüncesi, kuşkusuz, romanın gelişimini de etkilemiştir. Bu anlamda Faust yeniçağın simgesi durumundadır. Romantizmin etkin olduğu bu süreçte aydınlanma romanının ilk nüveleri verilmektedir. Diderot (1713-1784) Rameau'nun Yeğeni'ni (1762-63), J. J. Rousseau (1712-1778) Yalnız Gezerin Hayalleri'ni yazar. Puşkin (1799-1837) Yüzbaşının Kızı, Lermontov (1814-1841) Zamanımızın Bir Kahramanı romanlarıyla; Victor Hugo (1802-1885) roman külliyatıyla yeni dönemin hazırlayıcı yazarlarındandırlar.
Romanda bakış açısının kurulması, anlatım biçiminin belirlenmesi, romanın yapısını oluştururken kahraman, çevre, olay ekseninde gelişen bireysel ve toplumsal durumların romanın bu yapısı içinde yer alış biçimi. . . gibi roman sanatına dair sorunlar 19. Yüzyıl romanıyla gündeme gelir, ele alınır. Roman kuramının asıl oluşma süreci de bu dönemde başlar. Stendhal (1783-1842), Balzac (1799-1850) Flaubert (1821-1880), Turgenyev (1818-1883), Dostoyevski (1821-1881), Tolstoy (1828-1910), Zola (1840-1902), Henry James (1843-1916), Proust (1843-1916) yüzyılın önemli romancıları olarak öne çıkmaktadırlar.
20. yüzyıla gelindiğinde roman sanatı bireyin zaferi olarak algılanır. İnsanlığın tarihinin dönüm noktalarında varolan bir sanat olarak yerini almıştır. Feodalizmin yıkılıp burjuvazinin ortalya çıkışı bir bakıma romanın da tarihini yazıyordur. Romanın gelişme çizgisi bu eksende yerini bulur. 19. yy. romanı bunun kanıtıdır. Yeni yüzyıl ise roman sanatı adına arayışlar, buluşlar, yenilikler getirir. Yeni anlatım yolları, teknikler denenir. Roman, edebiyat ortamlarında kabul gören bir tür olur. Yenilikçi bir roman anlayışının öncülerine yüzyılın başlarında rastlamaktayız : V. Woolf (1882-1941), J. Joyce (1882-1941), Kafka (1883-1924), W. Faulkner (1897-1962), D. H. Lawrence (1885-1930).
Bir yanıyla yazınsallığı ön plana alan, gerçekçiliğe yeni bir boyut getirerek, romana yeni anlatım olanakları sağlayan Yeni Roman akımının ortaya çıkması, özellikle A. Robbe-Grillet, N. Sarraute, M. Butor, C. Simon gibi yazarların bu akım ekseninde ürün vermeleri; öte yanıyla da G. G. Marquez öncülüğünde Latin Amerika Romanı yüzyılın gündemine şu yazarlarla girer : Miguel Asturias, Carlos Fuentes, Mario Vargas Llosa, Julio Cortazar, Jorge Amado, Isabel Allende, Cabrera Infante, Manuel Scorza, Vascancelos, Manuel Puig. . .
ROMANCI KİMDİR?
Romancı edebiyat ortamıyla beslenen; varoluşunu bu ortamın ve yaşamın gelişme koşullarına göre biçimleyen sanat insanıdır. Yaşam gerçekliğiyle yazı gerçekliğini buluşturmada romanın ne olduğu sorusunu sorarak, sorgulamasını yaparak yola çıkandır da bir bakıma. Kendi roman dünyasını kurmak için bu tür bir hesaplaşmayı yapabilendir, bunu göze alabilen edebiyat insanıdır demeliyiz. Kuşkusuz bu da romancıyı romanın tarihini bilmeye, okumaya, bunu sorgulamaya itecektir. Bilme ve sorgulama süreci onun için bir nevi "roman okulu" dur. Bu süreç sonrasında da neyi, nasıl yazacağı sorusunu kendisine sorarak yola çıkar. Edindiği birikim, deneyimler önemlidir. Dönemin tarihsel, toplumsal gerçekliğiyle bireyin serüveni bütün boyutlarıyla onun gözlemevindedir. Romancı, kurduğu roman dünyası ile okura yeni bir evren sunandır. Özgün, yeni; anlamı, boyutu, derinliği olan bir yapıtı ortaya koyandır. Düşündürttüğü kadar yol aldırandır da. Roman yazarının eylemselliği de işte burada yatar. Onun roman/romancı kavrayışı okur katında karşılığını bulduğunda katılım, hatta yeniden yazım süreci başlar. Bu açıdan roman yazarı, bir maestro olmasa da; Adalet Ağaoğlu'nun deyimiyle: "insanı, onun sınıfsal, toplumsal konumu içindeki ilişkilerini, bu ilişkilerin karmaşıklığını ve çelişkilerini kavramak, kavradığını yeni bir yorumla yeniden üretmek; dışarıdan hemen görünmeyen insan gerçekliklerini ışıklandırmak zorunda" olan edebiyat insanıdır.
ROMAN TÜRLERİ
Romanlar konu, üslup, yazıldığı dönem bakımından çeşitli türlere ayrılabilir. Üslup bakımından “romantik roman”, “gerçekçi roman”, “doğalcı roman”, “estetik roman”, “izlenimci roman”, “dışavurumcu roman”, “yeni roman” türleri sayılabilir.
- Romantik Roman: Kişilerin duygularını, arzularını, düşüncelerini yalnızca kendilerine ait, içten gelen doğal ve gerçek olgular gibi görür. Örneğin Sir Walter Scott’un tarihsel romanları, Jean Jack Rousseau eserleri ve Goethe’nin Genç Verther’in acıları romanı gibi.
- Gerçekçi Roman: Romantik romandan ayrı olarak kuru ve kuşkucu bir anlatım ve düşünce yapısı taşır. Balzac ve Stendhal’in romanları bu üsluptadır.
- Doğalcı Roman: Üslup bakımından gerçekçi romana benzer. Olanın olduğu gibi yazılmasını öngörür. Emile Zola ve Maupassant romanları doğalcı eserlerdir.
- Estetik Roman: Belli biçim ve anlatım kaygıları ile yazılmış romanlardır. Gustave Flaubert estetik romanın en önemli yazarıdır.
- İzlenimci roman: Diğer üsluplardan ayrı olarak eşyanın ve dış olayların kendi nesnel gerçeklikleriyle insanların bunları algılama biçimleri arasındaki farkları ortaya çıkarmaya yönelir. Yani dış gerçeklerden çok, duyu ve duygulara, iç yaşantının betimlenmesine öncelik verir. Ford Madox Ford’un romanları izlenimciliğin en sistemli ürünleridir.
- Dışavurumcu roman: 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Dışavurumculuk toplumsal kimliklerin reddedilmesi ve insan yaşamını belirleyen toplum karşıtı ya da uygarlık karşıtı güçlerin öne çıkarılmasıyla belirlenir. Dışavurumculuk, şiddetli, fırtınalı ve tanımsız duyguları vurgulamasıyla, abartma, karikatürleştirme, çarpıtma ve soyutlama tekniklerinden yararlanmasıyla bir tür “yeni romantizm” olarak da değerlendirilir. Dostoyevski, Kafka, Beckett ve Brecth’in romanları bu üslubun örneklerindendir.
- Yeni roman: Aslında dışavurumculuğun izlerini taşır. Özellikle 1930 yıllar sonrasında bundan önceki akımlardan hiçbirine benzemeyen, yazma deneyini, hatta romanın olanaksızlığını romanın asıl konusu haline getiren eserlerdir. Yeni roman, yazma eyleminin kendisini sorgulamaya yönelir. Alain Robbe-Grillet, Michel Butor, Claude Simon, Philippe Soller, Julio Cortazar gibi yazarlar bunu denemişlerdir.
Konusu açısından ise “tarihsel roman”, “pikaresk roman”, “duygusal roman”, “gotik roman”, “ruhbilimsel roman”, “töre romanı”, “oluşum romanı” olay sıralanabilir.
- Tarihsel roman: Uzak bir geçmişte yaşanan olayları konu alır. Ama tarihten daha derinlerde yatan insanla ilgili daha evresel bir gerçeği araştırmak amacıyla da yazılmış olabililer. Tarihi romanların örnekleri arasında Walter Scott’un romanlarını, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını, Stendhal’in Parma Manastarı’nı sayabiliriz.
- Pikaresk roman: İspanyolca alt tabakadan serüvenci ya da serseri anlamına gelen sözcükten alır. Çoğunlukla ahlaksız, rezil bir kahramanın başıboş gezginlik yaşamında yaşadığı olayları gevşek ve rahat bir üslupla anlatır. Bu türün önemli örnekleri arasında Lesage’nin Gil Blas de Santilane’ın Berüvenleri, Defoe’nun Talihli Metres’i, Thomas Mann’ın Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları’nı sayabiliriz.
- Duygusal roman: İnsanın duygusal yaşamını yüksek ve özenli bir üslupla betimleyen romanlardır. Bazen bu türde yazarın kendi duygularıyla, okurun duygularını sömürmesi ön plana çıkar. Laurence Sterne’in Fransa ve İtalya’da Hissi Seyahat adlı eseri, Rousseau’nun romanları, Madame de La Fayette’in Prenses de Cleves’i bu türe dahil edilebilir.
- Gotik roman: Gotik roman, İngiliz ve Amerikan romancılığına özgü bir türdür. 18. yüzyılın akılcılığına karşı çıkan bir türdür. Karanlık, korkutucu, çılgınlıklarla dolu bir ortamda geçen kanlı, şeytani, büyülü olayları konu alır. Horace Walpole’un Otranto Şatosu, Mary Shelley’in Frankenstein adlı romanları bu türün örnekleridir. Gotik romanın günümüzdeki uzantıları bilimkurgu ve fantastik roman olarak gösterilebilir.
- Ruhbilimsel roman: Kişilerin ruhsal durumlarını ayrıntılarıyla çözümlemeye çalışan romanlardır. Daha serinkanlı ve denetimli oluşuyla duygusal romandan ayrılır. Abbe Prevost’un Manon Lasko adlı eseriyla Fransız edebiyatında açılan psikolojik roman çığırı diğer ülke romancılarını da etkilemiştir. Paul Bourget’in romanları da bu türe girer.
- Töre romanı: İnsanların en dolaysız biçimde toplumsal olan davranışlarını, adetlerini, geleneklerini ön plana çıkarır. Moda, yaygın konuşma ve ifade biçimleri, toplu olarak yapılan her şey bu tür romanların konusunu oluşturur. Toplumun derin yapısından çok, yüzeysel görüntüleriyle ilgilenir. En tipik temsilcileri olarak Arnold Bennet ve Evelyn Waugh’tur.
ROMANIN TEKNİK SORUNLARI
Roman sanatı, bugün geldiği noktada kendi kuramını/teorisini oluşturabilmiş ender edebiyat türlerindendir. Bu da, romanın toplumun dinamiğini yakalayan bir tür olma özelliğini gösterir bize. Bu gelişme çizgisinde, 20 yy. 'da roman türlerinin zenginliğinden söz edebiliriz: Macera romanı, gezi romanları, aşk romanları, evlilik romanları, aile romanları, oluşum romanları, gelişim romanları, eğitim romanları, sanatçı romanları, devlet romanları, tarihi romanlar, köy romanları, büyükşehir romanları, kasaba romanları, ütopya romanları, anahtar romanlar, kadın hakları romanları, çağ romanları, polisiye romanları, gerilim romanları, bilimkurgu romanları, yığın romanı, belgesel roman, coşumcu roman, gerçekçi roman, yaşamöyküsel roman. . . Bu da, ister istemez, roman sanatının teknik sorunlarını hep gündemleştirmiştir. Romanın bilinen öğelerinin; olay ve olgu, tip ve karakter, anlatıcı ve anlatım, içerik ve düşünsel boyut, yer ve zaman gibi kavramların; bu zenginlik içinde farklı anlamsal ve biçimsel yapılara büründüğünü gözleriz.
Değişmeyen konumdaki 'yazar'ın/'romancı'nın işlevi de sorgulanmıştır. "Roman öldü, krizde" gibisinden sözlerin açtığı tartışma boyutun da romanın biçim arayışlarından kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Bir romanın bir tek yazar dışında da yazılabilirliği, bir uç nokta olarak görülse de, gerçekliği güncelliğini korumuştur. Roman sanatının asal sorunlarına gelince;dil, anlatım yöntemleri, tematik yapının kuruluşu, konu(lar); romancının donanımı, kimliği ile roman kuramı ekseninde hep yeni tartışmalar gündemde tutulmuştur. Dünya romanında "büyülü gerçeklik", "doğu egzotizmi" gibi kavramlarla yerleştirilmeye çalışılan bakışın roman sanatının giderek dünyanın ortak mirası/dili olma özelliğini (savını) güçlendirecek niteliktedir. Bu anlamda Dünya romanının gelişme seyri, ibresi roman sanatının yeni anlatım olanaklarına her an yöneldiğini göstermektedir. Türsel zenginlik de bunun bir göstergesidir.
ROMAN ÜZERİNE GÖRÜŞLER
*Roman, kendi mantığın ve kendi yöntemiyle yaşamın çeşitli yanlarını keşfetmiştir . (Milan Kundera)
*Roman yaşamdan daha gerçektir, çünkü romanda yaşam karşımıza içindeki anlamın kaybolup gitmesine yol açan ayrıntılardan ve fazlalıklardan arınmış olarak çıkmaktadır. (Henry James)
*Roman, bir yaşamdır. Roman, bir atmosferdir. Roman, yeni, yepyeni bir dünya kurmaktır. Bu düş dünyasıyla birlekte bir gerçeklik dünyası kurmaktır, yaratmaktır roman. (Yaşar Kemal)
*Romanın hiçbir genel kuralı yok, belli hiçbir tekniği yok, türlü biçimlerinin amaçlarında da birlik yoktur ve de denilebilir ki kaynağı ve doğası bunların olmasına engeldir. (Abdülhak Şinasi Hisar)
*Roman yazmak için, önce görmek gerektir : Hayatı, insanları ve tabiatı inceleyerek görmek. . . (Mahmut Yesari)
Edebiyatın Asli Hususiyetleri
En olanaklı edebiyat türü olan roman, insanlar ve hayatlarındaki olaylar hakkında uzun, kurgusal bir hikayedir. Romanın dört asli hususiyeti vardır: Tema, Entrika, Karakterizasyon ve Stil.
Bunlar hususiyetlerdir; ayrılabilir parçalar değil. İnceleme maksadıyla, kavramsal olarak tecrit edilebilirler; ama, daima hatırlanmalıdır ki; bu hususiyetler, birbiriyle ilişkindir ve bir roman onların bütünüdür. (İyi bir romansa, bölünmez bir bütündür.)
Bu dört hususiyet, bir istisna ile, her tür edebiyat formunda -yani kurguda- mevcuttur: roman, oyun, senaryo, libretto, kısa hikaye. Tek istisna, şiirdir. Bir şiir, bir hikaye anlatmak -yani, entrika ve karakterizasyona sahip olmak- zorunda değildir; şiirin temel hususiyetleri, tema ve stildir.
Tema
Tema, bir romanın soyut anlamının hulasasıdır. Mesela, Victor Hugo'nun Sefiller'indeki tema, "Toplumun, alt sınıflardaki insanlara karşı adaletsizliği"dir; Margaret Mitchell'in Rüzgar Gibi Geçti'sinde tema, "Amerikan İç Savaşı'nın Güney toplumu üzerindeki etkisi"dir.
Amaç, biçimi belirler. Tema, bir romanın amacını tanımlar. Yani; tema, romanın biçimini, yazarın yapacağı sayısız seçimde standartın ne olacağını belirler ve romanın bütünleştiricisi olarak hizmet görür.
Bir roman, realitenin yeniden-yaratılması olduğundan; romanın teması, dramatize edilmelidir; yani, eylemler halinde sunulmalıdır. İnsan bilincinin bütün içeriği -düşünceler, bilgiler, fikirler, değerler- sadece bir tek nihai ifade biçimiyle ortaya çıkar: insan eylemleri halinde; ve, sadece bir tek nihai amaca sahiptir: insan eylemlerini yönlendirmek. Bir romanın teması, insan mevcudiyeti üzerinde bir fikirden ibaret olduğundan; bu fikir (tema), bu fikrin insan eylemleri üzerindeki etkisi veya insan eylemleri içinde ortaya çıkışı olarak -yani bir entrika olarak- sunulmak durumundadır.
Entrika
Entrika, temanın dramatize edilmesinin -eylemler halinde sunulmasının-aracıdır. Bir hikayeyi eylemler halinde sunmak; onu, olaylar halinde sunmak demektir. İçinde hiçbir olayın olmadığı bir hikaye, hikaye değildir. Olayları rasgele ve tesadüfi olan bir hikaye; beceriksizce bir araya konmuş bir olaylar yığınıdır; veya, en iyi ihtimalle, bir günce, bir hatıra defteri, bir gazetesel kayıt olarak nitelenebilir; ama, böyle bir yazı, edebi bir eser veya bir roman değildir.
Bir entrika, bir düğümün çözümüne doğru gelişen, amaçlı olarak mantıken bağlantılılandırılmış olaylardan oluşan bir dizidir.
Bu tanımdaki "amaçlı" kelimesinin, iki uygulaması vardır: hem yazara, hem de o romandaki karakterlere uygulanır. Yani; yazar, olaylardan oluşan öyle bir mantıki yapı oluşturmalı, öyle bir olaylar dizisi ortaya koymalıdır ki; her önemli olay, hikayede daha önce verilen olaylarla bağlantılı olsun, onlarca belirlensin, onlardan çıkarak gelişsin. Bu dizi öyle olmalıdır ki; hiç bir olay, ilgisiz, keyfi, arızi olmasın; olayların mantığı, kaçınılmaz olarak nihai bir çözüme ulaşsın.
Böyle bir dizinin kurulması için, romandaki karakterler amaçlı davrandırılmalıdır: ya, kendilerince açıkca bilinen bazı amaçlar peşinde sunulmalı; ya da, eylemlerini yönlendiren -ve romandaki başka somut olaylar içinde ifade bulan- bazı motivasyonlarla davrandıkları dramatize edilmelidir.
İyi romanın temel prensibi şöyle ifade edilebilir: bir romanın teması ve entrikası, bütünleştirilmiş olmalıdır; bu bütünleştirme, rasyonel bir insanın, zihin ve bedeninin, düşünce ve eyleminin bütünleştirildiği ölçüde tam olmalıdır.
Ayn Rand'ın entrika-tema adını verdiği bir öge, romanın teması ile olayları arasındaki bağlantıyı kurar. Entrika-tema, soyut bir temanın bir hikaye haline dönüştürülmesindeki ilk adımdır; entrikanın oluşturulmasının olmazsa-olmaz ögesidir. Bir "entrika-tema" bir hikayenin merkezi çatışması veya "durumu"dur. Eylemler halinde sunulan bu çatışma, temaya tekabül etmeli ve olayların maksatlı bir biçimde gelişimini mümkün kılacak kadar kompleks olmalıdır.
Bir romanın teması, o romanın soyut anlamının çekirdeğidir; entrika-teması, olaylarının çekirdeğidir.
Mesela, Victor Hugo'nun Sefiller'indeki tema, "Toplumun, alt sınıflardaki insanlara karşı adaletsizliği"; entrika-tema, "Eski bir mahkumun, insafsız bir kanun temsilcisinin takibinden ömür-boyu kaçışı"dır. Margaret Mitchell'in Rüzgar Gibi Geçti'sinde tema, "Amerikan İç Savaşı'nın Güney toplumu üzerindeki etkisi"; entrika-tema, "Eski düzeni temsil eden bir adamı seven ve yeni düzeni temsil eden bir adam tarafından sevilen bir kadının romantik çatışması"dır.
Karakterizasyon
Karakterizasyon, birey bir insanın, eşsiz, ayrı kişiliğini oluşturan asli çizgilerin portrelendirilmesidir. Karakterizasyon, büyük bir seçicilik gerektirir. Bir insan, yeryüzündeki en kompleks varlıktır. Bir yazarın görevi, o muazzam komplekslikten, asli olan hususiyetleri seçmek ve bu hususiyetleri taşıyan öyle bir birey figürü yaratmaktır ki; tam bir realite kazanması için gerekli bütün teferruatı haiz olsun. Bu figür bir soyutlama olmak zorundadır; ama, bir somutluk olarak görünmelidir; hem bir soyutlamanın evrenselliğine sahip olmalıdır; hem de, aynı zamanda, bir şahıs olmanın tekrarlanması gayri-mümkün eşsizliğine sahip olmalıdır.
Gerçek hayatta, etrafımızdaki insanların karakterleri hakkında, sadece iki haber kaynağına sahibizdir: onları, ne yaptıklarıyla ve ne söyledikleriyle, -özellikle de ne yaptıklarıyla- yargılarız. Benzer şekilde, bir romanın karakterizasyonu da, bu iki haber kaynağına tekabül eden, iki ana araç vasıtasıyla yapılır: eylem ve diyalog. Bir karakterin görünüşü, tavırları, vs. ile ilgili tasviri pasajlar, bir karakterizasyona katkıda bulunabilir; aynı şekilde, karakterlerin düşünceleri ve hisleriyle ilgili içebakışsal pasajlar ve diğer karakterlerin yorumları da karakterizasyona katkıda bulunabilir. Ama, bunlar, -eylem ve diyalog sütunlarının yokluğunda hiçbir değer taşımayan- yardımcı araçlardan ibarettir. Bir karakteri yeniden-yaratmak için; yazar, o karakterin ne yaptığını ve ne dediğini ortaya koymalıdır.
Karakterizasyon alanında bir yazarın yapabileceği en kötü hatalardan biri: bir karakterin tabiatının ne olduğu hakkında, anlatıcı (diyalog içermeyen) pasajlarda iddialarda bulunmak; fakat, bu iddiaları desteklemek üzere, o karakterin eylemleri halinde ortaya konması gereken hiçbir delil vermemektir. Mesela; bir yazar, kahramanının "erdemli," "hayırhah," "duyarlı," "cesur" olduğunu söyleyip durur; ama, o kahraman, kadın kahramanı sevmekten, komşulara güleryüzlü olmaktan, güneşin batışını seyrederken tefekküre dalmaktan ve falanca partiye oy vermekten başka hiçbir şey yapmazsa; bu anlatıma, karakterizasyon demek mümkün değildir.
Tutarlılık, karakterizasyonun temel önşartıdır. Fakat, buradaki tutarlılık; bir karakterin, sadece tutarlı öncüller kabul etmiş olması anlamına gelmez; büyük edebiyat kurgularındaki, en ilginç karakterlerden bazıları, iç çatışmalarla paramparça olmuş insanlardır. Tutarlılık, yazarın, bir karakterin psikolojisi hakkındaki görüşünün tutarlı olmasıdır: onu, hiçbir zaman izahı gayri-mümkün bir biçimde davrandırmaması; o karaktere, o karakterle ilgili karakterizasyonun geri kalan kısmıyla çelişen veya onlardan türemeyen hiçbir eylem yaptırmamasıdır. Tutarlılık, bir karakterde varolabilecek hiçbir çelişkinin, yazar tarafından kastedilmeksizin ortaya çıkmamasıdır.
Stil
Genel olarak sanatta stil konusuna, "Sanat ve Hayat Hissi" ve "Sanat ve Bilgilenme Süreçleri" bölümlerinde değinilmişti.
Stil konusu, kısa bir tartışmada kapsanamayacak ölçüde komplekstir; bu yüzden, sadece bir kaç asli hususun belirtilmesiyle yetinilecektir.
Edebi bir stilin, -her biri bir çok alt kategoriden oluşan- iki temel ögesi vardır: "içerik seçimi" ve "kelime seçimi."
Mesela, bir pasajda güzel bir kadını tasvir eden bir yazarın yapmış olduğu stilistik "içerik seçimi;" o yazarın, kadının bedenini mi, yoksa yüzünü mü, yoksa yürüyüş tarzını mı, yoksa yüz ifadesini mi, vs. anlatacağını (veya vurgulayacağını) belirler; tasvirde içereceği detayların asli ve anlamlı detaylar mı, yoksa arızi ve alakasız detaylar mı olacağını belirler; bunların, olgular halinde mi, yoksa değerlendirmeler halinde mi sunulacağını belirler; vs. Yazarın yapmış olduğu "kelime seçimi" ise; iletmeyi seçtiği özel içerikle elde etmek istediği duygusal yüklemeleri veya çağrışımları, değer-eğilimlerini iletir. (Bir kadını tasvir ederken kullanabileceği -"narin" veya "ince" veya "kıvrak" veya "değnek gibi" veya "dal gibi" veya "selvi boylu" gibi- sıfatlardan her biri değişik bir etki yaratır.)
Aşağıda verilen ve iki farklı romandan alınmış, iki pasajdaki edebi stilleri mukayese edelim. Her ikisi de, New York şehrinde gece vaktini tasvir etmektedir. Bunlardan hangisinin, spesifik bir sahnenin görsel realitesini yeniden-yaratmayı başardığını ve hangisinin müphem, duygusal iddialarla, boşlukta gezen soyutlamalarla uğraştığını gözlemleyin.
Birinci pasaj:
"Bu güne kadar bu köprüden böyle bir akşamda yürüyüp geçen ilk insan herhalde ben olmuştum. Küçük damlalarla yağıp çevremde adeta bir sis oluşturan yağmur; yanımdan vızıldayıp geçen otomobillerin buğulu pencereleri arkasına kapatılmış yüzlerin soluk beyaz elipsleri ile benim aramda, kurşuni bir perde oluşturuyordu. Gece-vakti-Manhattan denen o müthiş parlaklık dahi, uzaktaki bir kaç mahmur, sarı ışığa indirgenmişti.
"Arabamı oralarda bir yerde bırakmıştım. Kafamı pardesümün yakasına gömüp, üstüme örtülmüş bir battaniye gibi beni saran gecenin içinde yürümeye başladım. Hem yürüyor; hem sigara içiyor; önüme doğru fiskelediğim sigara izmaritlerinin, kaldırımda yuvarlanırken, son bir göz kırpmayla cızırdayıp sönmesini seyrediyordum."
İkinci pasaj:
"O saat, o an ve o yer, kendi gençliğinin tam kalbine, kendi arzusunun zirve ve zenit noktasına, eşsiz bir sevda gibi yerleşmişti. Şehir, daha önce, hiç o akşam olduğu kadar güzel görünmemişti. İlk defa fark etti ki; New York'u dünya şehirleri arasında üstün kılan yön, onun gecelerin şehri olması idi. Burada, şaşırtıcı ve kıyas kabul etmez bir güzelliğe, bu şehrin yer ve zamanının tabiatında mevcut olan, başka hiçbir yer ve zamanın yetişemeyeceği, bir tür modern letafete erişilmişti. Birden, diğer şehirleri hatırladı; noktürnel pırıltılardan oluşan engin ve gizemli çiçek tarlasıyla, Sacre-Coeur tepesinden aşağı doğru uzanan Paris'in; sisli ışığın dumanlı halesi içindeki muazzamlığı ile, sınırlanamazlık içinde kaybolmuşluğu ile özel bir heyecan veren Londra'nın; gece vakti güzelliklerinin de, kendine özgü nitelikleri olduğunu, çok şirin ve çok gizemli olduğunu; ama, henüz buna eşit bir güzellik üretemediğini farketti."
Birinci pasaj, Mickey Spillane'in One Lonely Night isimli romanından; ikinci pasaj ise, Thomas Wolfe'un, The Web and the Rock adlı romanından alınmıştır.
Her iki yazar da görsel bir sahneyi yeniden-yaratmak ve belirli bir ruh halini iletmek durumundaydılar. Yöntemlerindeki farkı gözlemleyin. Spillane'in tasvirinde, duygusal bir tek söz veya sıfat yoktur; görsel olgulardan başka hiçbir şey sunulmamıştır; ama, öyle olgular seçmiş, öylesine ince düşünülmüş detaylar vermiştir ki; o sahnenin görsel realitesi karşımızda somutlaşmış ve müthiş bir yalnızlık duygusuyla kaplı bir ruh hali, bütün şiddetiyle iletilmiştir. Wolfe, şehri tasvir etmemiştir; bir tek karakteristik görsel detay dahi vermemiştir; şehrin "güzel" olduğunu iddia etmiş, fakat onu güzel yapanın ne olduğunu söylememiştir. "Şaşırtıcı," "kıyas kabul etmez," "heyecan verici," "şirin" gibi sözler, değerlendirmelerdir; bu değerlendirmeleri neyin doğurduğuna dair hiç bir işaret yoksa; bu sözler, keyfi iddialar ve anlamsız yuvarlamalardan daha fazla bir değer taşımaz.
Spillane'in stili, realite-yönelimlidir ve objektif bir psiko-epistemolojiye hitap eder: olguları verir ve okuyucunun buna uygun olarak tepkiyeceğini umar. Wolfe'un stili, duygu-yönelimlidir ve sübjektif bir psiko-epistemolojiye hitap eder: okuyucudan, olgulardan kopuk bazı duyguları kabul etmesini bekler; okuyucunun, duyguları elden düşme olarak kabul etmesini ister.
Spillane, tam bir odanmışlık içinde okunmalıdır; çünkü, verili bir olguyu değerlendirip, uygun duyguyu çağıracak olan güç, okuyucunun kendi zihnidir. Fakat, Spillane, odaklanmaksızın okunursa, hiçbir şey elde edilmez; O'nda, gevşek, hazır-yapılmış hiçbir genelleme yoktur, önceden-hazmedilmiş veya geviş ürünü hiçbir duygu yoktur.
Eğer, Wolfe, odaklanmaksızın okunursa; okuyucuda, önemli veya yüceltici bir şeylerin tumturaklı sözlerle söylenmek istendiği doğrultusunda müphem bir izlenim kalır. Oysa, Wolfe, tam bir odaklanmışlık içinde okunursa, anlaşılır ki: hiçbir şey söylememiştir.
Sanat, realitenin yeniden-yaratılmasıdır; bir sanat eseri, bir okuyucunun ruh halini etkiler; ancak, bu, sadece sanatın yan-ürünlerinden biridir. Fakat, okuyucunun ruh halini, realitenin anlamlı bir şekilde yeniden-yaratılması konusunda hiçbir şey yapmadan etkileme çabası; bilinci, mevcudiyetten koparma çabasıdır; realiteyi değil, bilinci sanatın odak noktası haline getirmek, anlık bir duyguyu, bir ruh halini başlı-başına bir amaç olarak görmek demektir.






