18 Şubat 2012 Cumartesi

Roman Nedir?





ROMAN NEDİR?

           
  Bir düzyazı türü olan roman, insan ilişkilerini anlatımıdır diyebiliriz. İnsanın yaşadığı Serüvenler, iç dünyasının gerçekliği; insan-insan, insan-mekan, insan-doğa ilişkileri yaşadığı ortamın özellikleri toplumsal olay ya da olgular ekseninde belli insanlık durumları öne çıkarılarak işlenir.

Romanın burjuva toplumunun bir ürünü olduğu, 18. ve 19. yüzyılda gerçek kimliğine kavuştuğu söylense de; burjuva öncesi dönemde, özellikle Ortaçağ ve Rönesans edebiyatında kimi roman örneklerine rastlamaktayız. Romanın ortaya çıkışında söylenceler, destanlar, kahramanlık öyküleri ve masalları ilk kaynak olarak alabiliriz. Roman sanatının günlük yaşama dönük soyutlayıcı bakışı öncesinde ise söylenceler, mitolojik öyküler, şövalye ve kahramanlık öyküleri, anılardır. Romana ilk elden kaynaklık eden Pikaresk roman anlayışıyla "yeni bir insan tipi" ortaya çıkarılır. Romandaki ana figür olan "tip" dünyaya ve toplumsal yaşama "aşağıdan yukarıya doğru yönelmiş" bir bakışla bakar, bu eksende gezgin bir ruhla yaşar. Sürekli bir dönüşüm içindedir.
İlk başarılı roman örneğini 17. Yüzyılda Miguel de Cervantes (1547-1616) Don Quijote (1605-1615) adlı yapıtıyla verir. 18. yüzyılda, Cervantes'in açtığı gerçekçi yolda, roman sanatının gelişmesinin ilk öncüleri İngiliz romancılar Samuel Richardson (1689-1761) ve Henry Fielding'in (1707-1754) ürünlerine rastlarız. Gerçeğe, tarihe bağlılıkları romanı olaylar dizisi anlatan, kahramana bu bakımdan anlamlar yükleyen bir tür olarak, diğer türlerden ayrıcalıklı bir yere getirir. 18. yüzyıla gelindiğinde romanın etkinlik alanı genişlerken; yaşanmışlık duygusunun ağır bastığı olayların "hikaye" edilmesiyle de yeni bir dönem başlar. 


              Daniel Defoe'nün (1660-1731) Robinson Crusoe'de (1719) "ıssız ada"ya sığınan insanın serüvenini anlatmasını roman sanatının gelişimine katkı olarak alabiliriz. Roman sanatının "anılar"ın ötesinde bir edebiyat türü olduğunun, belki de altını en iyi çizen, bir romandır. Ayrıca bu tür bir romanın ortaya çıkış koşullarını da ayrıca değerlendirmek gerekecektir. Çünkü bu yüzyıl bilimde, teknoloji ve toplumsal gelişmelerde birçok şeyin önünü açacak olan bir dönemin başlangıcıdır. Goethe'nin (1749-1832) Faust'unun (1831) bu süreçte çıkmış olması da önemlidir. Aydınlanma düşüncesi, kuşkusuz, romanın gelişimini de etkilemiştir. Bu anlamda Faust yeniçağın simgesi durumundadır. Romantizmin etkin olduğu bu süreçte aydınlanma romanının ilk nüveleri verilmektedir. Diderot (1713-1784) Rameau'nun Yeğeni'ni (1762-63), J. J. Rousseau (1712-1778) Yalnız Gezerin Hayalleri'ni yazar. Puşkin (1799-1837) Yüzbaşının Kızı, Lermontov (1814-1841) Zamanımızın Bir Kahramanı romanlarıyla; Victor Hugo (1802-1885) roman külliyatıyla yeni dönemin hazırlayıcı yazarlarındandırlar. 


               Romanda bakış açısının kurulması, anlatım biçiminin belirlenmesi, romanın yapısını oluştururken kahraman, çevre, olay ekseninde gelişen bireysel ve toplumsal durumların romanın bu yapısı içinde yer alış biçimi. . . gibi roman sanatına dair sorunlar 19. Yüzyıl romanıyla gündeme gelir, ele alınır. Roman kuramının asıl oluşma süreci de bu dönemde başlar. Stendhal (1783-1842), Balzac (1799-1850) Flaubert (1821-1880), Turgenyev (1818-1883), Dostoyevski (1821-1881), Tolstoy (1828-1910), Zola (1840-1902), Henry James (1843-1916), Proust (1843-1916) yüzyılın önemli romancıları olarak öne çıkmaktadırlar. 


                20. yüzyıla gelindiğinde roman sanatı bireyin zaferi olarak algılanır. İnsanlığın tarihinin dönüm noktalarında varolan bir sanat olarak yerini almıştır. Feodalizmin yıkılıp burjuvazinin ortalya çıkışı bir bakıma romanın da tarihini yazıyordur. Romanın gelişme çizgisi bu eksende yerini bulur. 19. yy. romanı bunun kanıtıdır. Yeni yüzyıl ise roman sanatı adına arayışlar, buluşlar, yenilikler getirir. Yeni anlatım yolları, teknikler denenir. Roman, edebiyat ortamlarında kabul gören bir tür olur. Yenilikçi bir roman anlayışının öncülerine yüzyılın başlarında rastlamaktayız : V. Woolf (1882-1941), J. Joyce (1882-1941), Kafka (1883-1924), W. Faulkner (1897-1962), D. H. Lawrence (1885-1930). 


              Bir yanıyla yazınsallığı ön plana alan, gerçekçiliğe yeni bir boyut getirerek, romana yeni anlatım olanakları sağlayan Yeni Roman akımının ortaya çıkması, özellikle A. Robbe-Grillet, N. Sarraute, M. Butor, C. Simon gibi yazarların bu akım ekseninde ürün vermeleri; öte yanıyla da G. G. Marquez öncülüğünde Latin Amerika Romanı yüzyılın gündemine şu yazarlarla girer : Miguel Asturias, Carlos Fuentes, Mario Vargas Llosa, Julio Cortazar, Jorge Amado, Isabel Allende, Cabrera Infante, Manuel Scorza, Vascancelos, Manuel Puig. . .

ROMANCI KİMDİR?

              Romancı edebiyat ortamıyla beslenen; varoluşunu bu ortamın ve yaşamın gelişme koşullarına göre biçimleyen sanat insanıdır. Yaşam gerçekliğiyle yazı gerçekliğini buluşturmada romanın ne olduğu sorusunu sorarak, sorgulamasını yaparak yola çıkandır da bir bakıma. Kendi roman dünyasını kurmak için bu tür bir hesaplaşmayı yapabilendir, bunu göze alabilen edebiyat insanıdır demeliyiz. Kuşkusuz bu da romancıyı romanın tarihini bilmeye, okumaya, bunu sorgulamaya itecektir. Bilme ve sorgulama süreci onun için bir nevi "roman okulu" dur. Bu süreç sonrasında da neyi, nasıl yazacağı sorusunu kendisine sorarak yola çıkar. Edindiği birikim, deneyimler önemlidir. Dönemin tarihsel, toplumsal gerçekliğiyle bireyin serüveni bütün boyutlarıyla onun gözlemevindedir. Romancı, kurduğu roman dünyası ile okura yeni bir evren sunandır. Özgün, yeni; anlamı, boyutu, derinliği olan bir yapıtı ortaya koyandır. Düşündürttüğü kadar yol aldırandır da. Roman yazarının eylemselliği de işte burada yatar. Onun roman/romancı kavrayışı okur katında karşılığını bulduğunda katılım, hatta yeniden yazım süreci başlar. Bu açıdan roman yazarı, bir maestro olmasa da; Adalet Ağaoğlu'nun deyimiyle: "insanı, onun sınıfsal, toplumsal konumu içindeki ilişkilerini, bu ilişkilerin karmaşıklığını ve çelişkilerini kavramak, kavradığını yeni bir yorumla yeniden üretmek; dışarıdan hemen görünmeyen insan gerçekliklerini ışıklandırmak zorunda" olan edebiyat insanıdır.

ROMAN TÜRLERİ

Romanlar konu, üslup, yazıldığı dönem bakımından çeşitli türlere ayrılabilir. Üslup bakımından “romantik roman”, “gerçekçi roman”, “doğalcı roman”, “estetik roman”, “izlenimci roman”, “dışavurumcu roman”, “yeni roman” türleri sayılabilir.



 - Romantik Roman: Kişilerin duygularını, arzularını, düşüncelerini yalnızca kendilerine ait, içten gelen doğal ve gerçek olgular gibi görür. Örneğin Sir Walter Scott’un tarihsel romanları, Jean Jack Rousseau eserleri ve Goethe’nin Genç Verther’in acıları romanı gibi.

 - Gerçekçi Roman: Romantik romandan ayrı olarak kuru ve kuşkucu bir anlatım ve düşünce yapısı taşır. Balzac ve Stendhal’in romanları bu üsluptadır.

-         Doğalcı Roman: Üslup bakımından gerçekçi romana benzer. Olanın olduğu gibi yazılmasını öngörür. Emile Zola ve Maupassant romanları doğalcı eserlerdir.

-         Estetik Roman: Belli biçim ve anlatım kaygıları ile yazılmış romanlardır. Gustave Flaubert estetik romanın en önemli yazarıdır.


-         İzlenimci roman: Diğer üsluplardan ayrı olarak eşyanın ve dış olayların kendi nesnel gerçeklikleriyle insanların bunları algılama biçimleri arasındaki farkları ortaya çıkarmaya yönelir. Yani dış gerçeklerden çok, duyu ve duygulara, iç yaşantının betimlenmesine öncelik verir. Ford Madox Ford’un romanları izlenimciliğin en sistemli ürünleridir.

-         Dışavurumcu roman: 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. Dışavurumculuk toplumsal kimliklerin reddedilmesi ve insan yaşamını belirleyen toplum karşıtı ya da uygarlık karşıtı güçlerin öne çıkarılmasıyla belirlenir. Dışavurumculuk, şiddetli, fırtınalı ve tanımsız duyguları vurgulamasıyla, abartma, karikatürleştirme, çarpıtma ve soyutlama tekniklerinden yararlanmasıyla bir tür “yeni romantizm” olarak da değerlendirilir. Dostoyevski, Kafka, Beckett ve Brecth’in romanları bu üslubun örneklerindendir.


-         Yeni roman: Aslında dışavurumculuğun izlerini taşır. Özellikle 1930 yıllar sonrasında bundan önceki akımlardan hiçbirine benzemeyen, yazma deneyini, hatta romanın olanaksızlığını romanın asıl konusu haline getiren eserlerdir. Yeni roman, yazma eyleminin kendisini sorgulamaya yönelir. Alain Robbe-Grillet, Michel Butor, Claude Simon, Philippe Soller, Julio Cortazar gibi yazarlar bunu denemişlerdir.

Konusu açısından ise “tarihsel roman”, “pikaresk roman”, “duygusal roman”, “gotik roman”, “ruhbilimsel roman”, “töre romanı”, “oluşum romanı” olay sıralanabilir.
-         Tarihsel roman: Uzak bir geçmişte yaşanan olayları konu alır. Ama tarihten daha derinlerde yatan insanla ilgili daha evresel bir gerçeği araştırmak amacıyla da yazılmış olabililer. Tarihi romanların örnekleri arasında Walter Scott’un romanlarını, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını, Stendhal’in Parma Manastarı’nı sayabiliriz.

-         Pikaresk roman: İspanyolca alt tabakadan serüvenci ya da serseri anlamına gelen sözcükten alır. Çoğunlukla ahlaksız, rezil bir kahramanın başıboş gezginlik yaşamında yaşadığı olayları gevşek ve rahat bir üslupla anlatır. Bu türün önemli örnekleri arasında Lesage’nin Gil Blas de Santilane’ın Berüvenleri, Defoe’nun Talihli Metres’i, Thomas Mann’ın Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları’nı sayabiliriz.


-         Duygusal roman: İnsanın duygusal yaşamını yüksek ve özenli bir üslupla betimleyen romanlardır. Bazen bu türde yazarın kendi duygularıyla, okurun duygularını sömürmesi ön plana çıkar. Laurence Sterne’in Fransa ve İtalya’da Hissi Seyahat adlı eseri, Rousseau’nun romanları, Madame de La Fayette’in Prenses de Cleves’i bu türe dahil edilebilir.

-         Gotik roman: Gotik roman, İngiliz ve Amerikan romancılığına özgü bir türdür. 18. yüzyılın akılcılığına karşı çıkan bir türdür. Karanlık, korkutucu, çılgınlıklarla dolu bir ortamda geçen kanlı, şeytani, büyülü olayları konu alır. Horace Walpole’un Otranto Şatosu, Mary Shelley’in Frankenstein adlı romanları bu türün örnekleridir. Gotik romanın günümüzdeki uzantıları bilimkurgu ve fantastik roman olarak gösterilebilir.


-         Ruhbilimsel roman: Kişilerin ruhsal durumlarını ayrıntılarıyla çözümlemeye çalışan romanlardır. Daha serinkanlı ve denetimli oluşuyla duygusal romandan ayrılır. Abbe Prevost’un Manon Lasko adlı eseriyla Fransız edebiyatında açılan psikolojik roman çığırı diğer ülke romancılarını da etkilemiştir. Paul Bourget’in romanları da bu türe girer.

 - Töre romanı: İnsanların en dolaysız biçimde toplumsal olan davranışlarını, adetlerini, geleneklerini ön plana çıkarır. Moda, yaygın konuşma ve ifade biçimleri, toplu olarak yapılan her şey bu tür romanların konusunu oluşturur. Toplumun derin yapısından çok, yüzeysel görüntüleriyle ilgilenir. En tipik temsilcileri olarak Arnold Bennet ve Evelyn Waugh’tur. 


ROMANIN TEKNİK SORUNLARI

               Roman sanatı, bugün geldiği noktada kendi kuramını/teorisini oluşturabilmiş ender edebiyat türlerindendir. Bu da, romanın toplumun dinamiğini yakalayan bir tür olma özelliğini gösterir bize. Bu gelişme çizgisinde, 20 yy. 'da roman türlerinin zenginliğinden söz edebiliriz: Macera romanı, gezi romanları, aşk romanları, evlilik romanları, aile romanları, oluşum romanları, gelişim romanları, eğitim romanları, sanatçı romanları, devlet romanları, tarihi romanlar, köy romanları, büyükşehir romanları, kasaba romanları, ütopya romanları, anahtar romanlar, kadın hakları romanları, çağ romanları, polisiye romanları, gerilim romanları, bilimkurgu romanları, yığın romanı, belgesel roman, coşumcu roman, gerçekçi roman, yaşamöyküsel roman. . . Bu da, ister istemez, roman sanatının teknik sorunlarını hep gündemleştirmiştir. Romanın bilinen öğelerinin; olay ve olgu, tip ve karakter, anlatıcı ve anlatım, içerik ve düşünsel boyut, yer ve zaman gibi kavramların; bu zenginlik içinde farklı anlamsal ve biçimsel yapılara büründüğünü gözleriz.
Değişmeyen konumdaki 'yazar'ın/'romancı'nın işlevi de sorgulanmıştır. "Roman öldü, krizde" gibisinden sözlerin açtığı tartışma boyutun da romanın biçim arayışlarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. 

               Bir romanın bir tek yazar dışında da yazılabilirliği, bir uç nokta olarak görülse de, gerçekliği güncelliğini korumuştur. Roman sanatının asal sorunlarına gelince;dil, anlatım yöntemleri, tematik yapının kuruluşu, konu(lar); romancının donanımı, kimliği ile roman kuramı ekseninde hep yeni tartışmalar gündemde tutulmuştur. Dünya romanında "büyülü gerçeklik", "doğu egzotizmi" gibi kavramlarla yerleştirilmeye çalışılan bakışın roman sanatının giderek dünyanın ortak mirası/dili olma özelliğini (savını) güçlendirecek niteliktedir. Bu anlamda Dünya romanının gelişme seyri, ibresi roman sanatının yeni anlatım olanaklarına her an yöneldiğini göstermektedir. Türsel zenginlik de bunun bir göstergesidir.

ROMAN ÜZERİNE GÖRÜŞLER

*Roman, kendi mantığın ve kendi yöntemiyle yaşamın çeşitli yanlarını keşfetmiştir . (Milan Kundera)
*Roman yaşamdan daha gerçektir, çünkü romanda yaşam karşımıza içindeki anlamın kaybolup gitmesine yol açan ayrıntılardan ve fazlalıklardan arınmış olarak çıkmaktadır. (Henry James)
*Roman, bir yaşamdır. Roman, bir atmosferdir. Roman, yeni, yepyeni bir dünya kurmaktır. Bu düş dünyasıyla birlekte bir gerçeklik dünyası kurmaktır, yaratmaktır roman. (Yaşar Kemal)
*Romanın hiçbir genel kuralı yok, belli hiçbir tekniği yok, türlü biçimlerinin amaçlarında da birlik yoktur ve de denilebilir ki kaynağı ve doğası bunların olmasına engeldir. (Abdülhak Şinasi Hisar)
*Roman yazmak için, önce görmek gerektir : Hayatı, insanları ve tabiatı inceleyerek görmek. . . (Mahmut Yesari)

Edebiyatın Asli Hususiyetleri


En olanaklı edebiyat türü olan roman, insanlar ve hayatlarındaki olaylar hakkında uzun, kurgusal bir hikayedir. Romanın dört asli hususiyeti vardır: Tema, Entrika, Karakterizasyon ve Stil.
Bunlar hususiyetlerdir; ayrılabilir parçalar değil. İnceleme maksadıyla, kavramsal olarak tecrit edilebilirler; ama, daima hatırlanmalıdır ki; bu hususiyetler, birbiriyle ilişkindir ve bir roman onların bütünüdür. (İyi bir romansa, bölünmez bir bütündür.)

Bu dört hususiyet, bir istisna ile, her tür edebiyat formunda -yani kurguda- mevcuttur: roman, oyun, senaryo, libretto, kısa hikaye. Tek istisna, şiirdir. Bir şiir, bir hikaye anlatmak -yani, entrika ve karakterizasyona sahip olmak- zorunda değildir; şiirin temel hususiyetleri, tema ve stildir.

Tema

Tema, bir romanın soyut anlamının hulasasıdır. Mesela, Victor Hugo'nun Sefiller'indeki tema, "Toplumun, alt sınıflardaki insanlara karşı adaletsizliği"dir; Margaret Mitchell'in Rüzgar Gibi Geçti'sinde tema, "Amerikan İç Savaşı'nın Güney toplumu üzerindeki etkisi"dir.
Amaç, biçimi belirler. Tema, bir romanın amacını tanımlar. Yani; tema, romanın biçimini, yazarın yapacağı sayısız seçimde standartın ne olacağını belirler ve romanın bütünleştiricisi olarak hizmet görür.

Bir roman, realitenin yeniden-yaratılması olduğundan; romanın teması, dramatize edilmelidir; yani, eylemler halinde sunulmalıdır. İnsan bilincinin bütün içeriği -düşünceler, bilgiler, fikirler, değerler- sadece bir tek nihai ifade biçimiyle ortaya çıkar: insan eylemleri halinde; ve, sadece bir tek nihai amaca sahiptir: insan eylemlerini yönlendirmek. Bir romanın teması, insan mevcudiyeti üzerinde bir fikirden ibaret olduğundan; bu fikir (tema), bu fikrin insan eylemleri üzerindeki etkisi veya insan eylemleri içinde ortaya çıkışı olarak -yani bir entrika olarak- sunulmak durumundadır.

Entrika


Entrika, temanın dramatize edilmesinin -eylemler halinde sunulmasının-aracıdır. Bir hikayeyi eylemler halinde sunmak; onu, olaylar halinde sunmak demektir. İçinde hiçbir olayın olmadığı bir hikaye, hikaye değildir. Olayları rasgele ve tesadüfi olan bir hikaye; beceriksizce bir araya konmuş bir olaylar yığınıdır; veya, en iyi ihtimalle, bir günce, bir hatıra defteri, bir gazetesel kayıt olarak nitelenebilir; ama, böyle bir yazı, edebi bir eser veya bir roman değildir.
Bir entrika, bir düğümün çözümüne doğru gelişen, amaçlı olarak mantıken bağlantılılandırılmış olaylardan oluşan bir dizidir.

Bu tanımdaki "amaçlı" kelimesinin, iki uygulaması vardır: hem yazara, hem de o romandaki karakterlere uygulanır. Yani; yazar, olaylardan oluşan öyle bir mantıki yapı oluşturmalı, öyle bir olaylar dizisi ortaya koymalıdır ki; her önemli olay, hikayede daha önce verilen olaylarla bağlantılı olsun, onlarca belirlensin, onlardan çıkarak gelişsin. Bu dizi öyle olmalıdır ki; hiç bir olay, ilgisiz, keyfi, arızi olmasın; olayların mantığı, kaçınılmaz olarak nihai bir çözüme ulaşsın.

Böyle bir dizinin kurulması için, romandaki karakterler amaçlı davrandırılmalıdır: ya, kendilerince açıkca bilinen bazı amaçlar peşinde sunulmalı; ya da, eylemlerini yönlendiren -ve romandaki başka somut olaylar içinde ifade bulan- bazı motivasyonlarla davrandıkları dramatize edilmelidir.
İyi romanın temel prensibi şöyle ifade edilebilir: bir romanın teması ve entrikası, bütünleştirilmiş olmalıdır; bu bütünleştirme, rasyonel bir insanın, zihin ve bedeninin, düşünce ve eyleminin bütünleştirildiği ölçüde tam olmalıdır.

Ayn Rand'ın entrika-tema adını verdiği bir öge, romanın teması ile olayları arasındaki bağlantıyı kurar. Entrika-tema, soyut bir temanın bir hikaye haline dönüştürülmesindeki ilk adımdır; entrikanın oluşturulmasının olmazsa-olmaz ögesidir. Bir "entrika-tema" bir hikayenin merkezi çatışması veya "durumu"dur. Eylemler halinde sunulan bu çatışma, temaya tekabül etmeli ve olayların maksatlı bir biçimde gelişimini mümkün kılacak kadar kompleks olmalıdır.
Bir romanın teması, o romanın soyut anlamının çekirdeğidir; entrika-teması, olaylarının çekirdeğidir.

Mesela, Victor Hugo'nun Sefiller'indeki tema, "Toplumun, alt sınıflardaki insanlara karşı adaletsizliği"; entrika-tema, "Eski bir mahkumun, insafsız bir kanun temsilcisinin takibinden ömür-boyu kaçışı"dır.   Margaret Mitchell'in Rüzgar Gibi Geçti'sinde tema, "Amerikan İç Savaşı'nın Güney toplumu üzerindeki etkisi"; entrika-tema, "Eski düzeni temsil eden bir adamı seven ve yeni düzeni temsil eden bir adam tarafından sevilen bir kadının romantik çatışması"dır.

Karakterizasyon


Karakterizasyon, birey bir insanın, eşsiz, ayrı kişiliğini oluşturan asli çizgilerin portrelendirilmesidir. Karakterizasyon, büyük bir seçicilik gerektirir. Bir insan, yeryüzündeki en kompleks varlıktır. Bir yazarın görevi, o muazzam komplekslikten, asli olan hususiyetleri seçmek ve bu hususiyetleri taşıyan öyle bir birey figürü yaratmaktır ki; tam bir realite kazanması için gerekli bütün teferruatı haiz olsun. Bu figür bir soyutlama olmak zorundadır; ama, bir somutluk olarak görünmelidir; hem bir soyutlamanın evrenselliğine sahip olmalıdır; hem de, aynı zamanda, bir şahıs olmanın tekrarlanması gayri-mümkün eşsizliğine sahip olmalıdır.

Gerçek hayatta, etrafımızdaki insanların karakterleri hakkında, sadece iki haber kaynağına sahibizdir: onları, ne yaptıklarıyla ve ne söyledikleriyle, -özellikle de ne yaptıklarıyla- yargılarız. Benzer şekilde, bir romanın karakterizasyonu da, bu iki haber kaynağına tekabül eden, iki ana araç vasıtasıyla yapılır: eylem ve diyalog. Bir karakterin görünüşü, tavırları, vs. ile ilgili tasviri pasajlar, bir karakterizasyona katkıda bulunabilir; aynı şekilde, karakterlerin düşünceleri ve hisleriyle ilgili içebakışsal pasajlar ve diğer karakterlerin yorumları da karakterizasyona katkıda bulunabilir. Ama, bunlar, -eylem ve diyalog sütunlarının yokluğunda hiçbir değer taşımayan- yardımcı araçlardan ibarettir. Bir karakteri yeniden-yaratmak için; yazar, o karakterin ne yaptığını ve ne dediğini ortaya koymalıdır.

Karakterizasyon alanında bir yazarın yapabileceği en kötü hatalardan biri: bir karakterin tabiatının ne olduğu hakkında, anlatıcı (diyalog içermeyen) pasajlarda iddialarda bulunmak; fakat, bu iddiaları desteklemek üzere, o karakterin eylemleri halinde ortaya konması gereken hiçbir delil vermemektir. Mesela; bir yazar, kahramanının "erdemli," "hayırhah," "duyarlı," "cesur" olduğunu söyleyip durur; ama, o kahraman, kadın kahramanı sevmekten, komşulara güleryüzlü olmaktan, güneşin batışını seyrederken tefekküre dalmaktan ve falanca partiye oy vermekten başka hiçbir şey yapmazsa; bu anlatıma, karakterizasyon demek mümkün değildir.
Tutarlılık, karakterizasyonun temel önşartıdır. Fakat, buradaki tutarlılık; bir karakterin, sadece tutarlı öncüller kabul etmiş olması anlamına gelmez; büyük edebiyat kurgularındaki, en ilginç karakterlerden bazıları, iç çatışmalarla paramparça olmuş insanlardır. Tutarlılık, yazarın, bir karakterin psikolojisi hakkındaki görüşünün tutarlı olmasıdır: onu, hiçbir zaman izahı gayri-mümkün bir biçimde davrandırmaması; o karaktere, o karakterle ilgili karakterizasyonun geri kalan kısmıyla çelişen veya onlardan türemeyen hiçbir eylem yaptırmamasıdır. Tutarlılık, bir karakterde varolabilecek hiçbir çelişkinin, yazar tarafından kastedilmeksizin ortaya çıkmamasıdır.

Stil


Genel olarak sanatta stil konusuna, "Sanat ve Hayat Hissi" ve "Sanat ve Bilgilenme Süreçleri" bölümlerinde değinilmişti.
Stil konusu, kısa bir tartışmada kapsanamayacak ölçüde komplekstir; bu yüzden, sadece bir kaç asli hususun belirtilmesiyle yetinilecektir.
Edebi bir stilin, -her biri bir çok alt kategoriden oluşan- iki temel ögesi vardır: "içerik seçimi" ve "kelime seçimi."

Mesela, bir pasajda güzel bir kadını tasvir eden bir yazarın yapmış olduğu stilistik "içerik seçimi;" o yazarın, kadının bedenini mi, yoksa yüzünü mü, yoksa yürüyüş tarzını mı, yoksa yüz ifadesini mi, vs. anlatacağını (veya vurgulayacağını) belirler; tasvirde içereceği detayların asli ve anlamlı detaylar mı, yoksa arızi ve alakasız detaylar mı olacağını belirler; bunların, olgular halinde mi, yoksa değerlendirmeler halinde mi sunulacağını belirler; vs. Yazarın yapmış olduğu "kelime seçimi" ise; iletmeyi seçtiği özel içerikle elde etmek istediği duygusal yüklemeleri veya çağrışımları, değer-eğilimlerini iletir. (Bir kadını tasvir ederken kullanabileceği -"narin" veya "ince" veya "kıvrak" veya "değnek gibi" veya "dal gibi" veya "selvi boylu" gibi- sıfatlardan her biri değişik bir etki yaratır.)

Aşağıda verilen ve iki farklı romandan alınmış, iki pasajdaki edebi stilleri mukayese edelim. Her ikisi de, New York şehrinde gece vaktini tasvir etmektedir. Bunlardan hangisinin, spesifik bir sahnenin görsel realitesini yeniden-yaratmayı başardığını ve hangisinin müphem, duygusal iddialarla, boşlukta gezen soyutlamalarla uğraştığını gözlemleyin.

Birinci pasaj:

"Bu güne kadar bu köprüden böyle bir akşamda yürüyüp geçen ilk insan herhalde ben olmuştum. Küçük damlalarla yağıp çevremde adeta bir sis oluşturan yağmur; yanımdan vızıldayıp geçen otomobillerin buğulu pencereleri arkasına kapatılmış yüzlerin soluk beyaz elipsleri ile benim aramda, kurşuni bir perde oluşturuyordu. Gece-vakti-Manhattan denen o müthiş parlaklık dahi, uzaktaki bir kaç mahmur, sarı ışığa indirgenmişti.

"Arabamı oralarda bir yerde bırakmıştım. Kafamı pardesümün yakasına gömüp, üstüme örtülmüş bir battaniye gibi beni saran gecenin içinde yürümeye başladım. Hem yürüyor; hem sigara içiyor; önüme doğru fiskelediğim sigara izmaritlerinin, kaldırımda yuvarlanırken, son bir göz kırpmayla cızırdayıp sönmesini seyrediyordum."

İkinci pasaj:

"O saat, o an ve o yer, kendi gençliğinin tam kalbine, kendi arzusunun zirve ve zenit noktasına, eşsiz bir sevda gibi yerleşmişti. Şehir, daha önce, hiç o akşam olduğu kadar güzel görünmemişti. İlk defa fark etti ki; New York'u dünya şehirleri arasında üstün kılan yön, onun gecelerin şehri olması idi. Burada, şaşırtıcı ve kıyas kabul etmez bir güzelliğe, bu şehrin yer ve zamanının tabiatında mevcut olan, başka hiçbir yer ve zamanın yetişemeyeceği, bir tür modern letafete erişilmişti. Birden, diğer şehirleri hatırladı; noktürnel pırıltılardan oluşan engin ve gizemli çiçek tarlasıyla, Sacre-Coeur tepesinden aşağı doğru uzanan Paris'in; sisli ışığın dumanlı halesi içindeki muazzamlığı ile, sınırlanamazlık içinde kaybolmuşluğu ile özel bir heyecan veren Londra'nın; gece vakti güzelliklerinin de, kendine özgü nitelikleri olduğunu, çok şirin ve çok gizemli olduğunu; ama, henüz buna eşit bir güzellik üretemediğini farketti."

Birinci pasaj, Mickey Spillane'in One Lonely Night isimli romanından; ikinci pasaj ise, Thomas Wolfe'un, The Web and the Rock adlı romanından alınmıştır.
Her iki yazar da görsel bir sahneyi yeniden-yaratmak ve belirli bir ruh halini iletmek durumundaydılar. Yöntemlerindeki farkı gözlemleyin. Spillane'in tasvirinde, duygusal bir tek söz veya sıfat yoktur; görsel olgulardan başka hiçbir şey sunulmamıştır; ama, öyle olgular seçmiş, öylesine ince düşünülmüş detaylar vermiştir ki; o sahnenin görsel realitesi karşımızda somutlaşmış ve müthiş bir yalnızlık duygusuyla kaplı bir ruh hali, bütün şiddetiyle iletilmiştir. Wolfe, şehri tasvir etmemiştir; bir tek karakteristik görsel detay dahi vermemiştir; şehrin "güzel" olduğunu iddia etmiş, fakat onu güzel yapanın ne olduğunu söylememiştir. "Şaşırtıcı," "kıyas kabul etmez," "heyecan verici," "şirin" gibi sözler, değerlendirmelerdir; bu değerlendirmeleri neyin doğurduğuna dair hiç bir işaret yoksa; bu sözler, keyfi iddialar ve anlamsız yuvarlamalardan daha fazla bir değer taşımaz.
Spillane'in stili, realite-yönelimlidir ve objektif bir psiko-epistemolojiye hitap eder: olguları verir ve okuyucunun buna uygun olarak tepkiyeceğini umar. Wolfe'un stili, duygu-yönelimlidir ve sübjektif bir psiko-epistemolojiye hitap eder: okuyucudan, olgulardan kopuk bazı duyguları kabul etmesini bekler; okuyucunun, duyguları elden düşme olarak kabul etmesini ister.
Spillane, tam bir odanmışlık içinde okunmalıdır; çünkü, verili bir olguyu değerlendirip, uygun duyguyu çağıracak olan güç, okuyucunun kendi zihnidir. Fakat, Spillane, odaklanmaksızın okunursa, hiçbir şey elde edilmez; O'nda, gevşek, hazır-yapılmış hiçbir genelleme yoktur, önceden-hazmedilmiş veya geviş ürünü hiçbir duygu yoktur.

Eğer, Wolfe, odaklanmaksızın okunursa; okuyucuda, önemli veya yüceltici bir şeylerin tumturaklı sözlerle söylenmek istendiği doğrultusunda müphem bir izlenim kalır. Oysa, Wolfe, tam bir odaklanmışlık içinde okunursa, anlaşılır ki: hiçbir şey söylememiştir.

Sanat, realitenin yeniden-yaratılmasıdır; bir sanat eseri, bir okuyucunun ruh halini etkiler; ancak, bu, sadece sanatın yan-ürünlerinden biridir. Fakat, okuyucunun ruh halini, realitenin anlamlı bir şekilde yeniden-yaratılması konusunda hiçbir şey yapmadan etkileme çabası; bilinci, mevcudiyetten koparma çabasıdır; realiteyi değil, bilinci sanatın odak noktası haline getirmek, anlık bir duyguyu, bir ruh halini başlı-başına bir amaç olarak görmek demektir.


Foto ve Resimler (Çeşitli)


Ben Sizin Korkularınızla Besleniyorum │A.Ş.│


D&R Sitesinden Attila Şanbay ve AYNADAKİLER için bazı okur yorumları:


http://www.dr.com.tr/ReadAllReviews.aspx?pid=0000000326678



YORUMLARDAN BAZILARI:


Mükemmel Bir Roman
Bu güne kadar okuduğum en iyi Türk romancı diyebilirim. Öykünün sıradışılığı, heyecanı, zeki kurgusu kadar Attila Şanbay'ın edebiyat kalitesi de çok yüksek. Bence yakında kült olacak bir yazar. Tanışın mutlaka.



Çarpıcı
Attila Şanbay, Türkiye'nin Stephen King'i diyebilirim. Ama daha bizden, aynı zamanda da daha dışa dönük. Harika bir roman dili ve düşmeyen bir temposu var. Ülkemizde böyle bir yazar olması sevindirici. Kesinlikle sıkmıyor ve sizi ilk sayfandan itibaren hikayeye bağlıyor. Bittikten sonra üzüldüğüm romanlardan biriydi Aynadakiler.



İyi ki okumuşum bu kitabı,
Başucu kitaplarımdan biri oldu Aynadakiler. İlk sayfadan itibaren sizi hapseden ve zaman zaman sizi duvara tutup duvara fırlatan bir kitap. Sahneler, karakterler, olaylar örgüsü, heyecan, aşk,hüzün, mizah, gerilim, bilinmezlik diz boyu. Zeka ve edebiyat ustalığı kokan bir eser. Attila Şanbay'ın kalemi harika. Bildiğim kadarıyla yazarın ilk kitabı. yenilerini sabırsızlıkla bekleyecğim.



süper
iki kelimeyle 'hayran oldum' diyebilirim. üstelik dedim de. böyle bir yazarla aynı zamanda ve aynı ülkede yaşamak şans derim.



Yeni romanı bilen var mı?
Attila Şanbay' in yeni romanını yazdığını duydum. yeni kitabı Ne zaman çıkacak bilgisi olan varmı acaba?



Türk Tarantino
Bence Attila Bey in içine Tarantino nun ruhu kaçımış :) Süper bir insan. Hayran oldum..

Attila Şanbay, AYNADAKİLER- 9, 10 ve 11. Sayfalardan



Attila Şanbay, AYNADAKİLER- 9, 10 ve 11. Sayfalardan


                                                                                 Tuhaf Şeyler

  Sıcak bir haziran öğleden sonrasında, Volkan Güzey isimli genç bir şair, İstiklal Caddesi’nin olağan uğultu ve kalabalığının arasında, Galatasaray’dan Taksim Meydanı’na doğru yürüyordu. Bugün görüşmeye gittiği üç yayınevinin sonuncusundan da aynı cevabı almıştı: “Üzgünüz beyefendi ama tanınmamış şairlerin kitaplarını basmıyoruz.” Lafa bak! Saçmalık! Bir şairin tanınmış olması için ne yapması gerekiyordu peki? Ya da hiçbir yayınevi kitabını basmazsa, o şair nasıl tanınacaktı ki?
“Sıçacam şiirine de kitabına da... İnsanı nefret ettiriyorlar anasını satayım!”

(………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………………………………………………)

  Haziran ayının yirmi birinci günü, saat gündüz üçte, İstiklal Caddesi nasıl olması gerekiyorsa tam olarak öyleydi. Sarışın, esmer ve kellerden oluşan kafa ırmağı, kâh Tünel yönüne kâh Taksim yönüne doğru dalga dalga akarak caddeyi dolduruyor; yoğun kalabalık yüzünden beş metre öndeki insanların omuzlarından aşağısı görünmüyordu.


  Volkan’ın niyeti, Taksim’den Bostancı dolmuşuna binerek Kozyatağı’ndaki evine gitmekti. Fakat önce, İstiklal Caddesi’ne çıkan çok sayıdaki ara sokaktan birindeki bir çay ocağında oturacak, birkaç bardak çay ve bir iki sigara içerek sakinleşmeye çalışacaktı. Az önce bir kitabevinden satın aldığı kitaba da göz gezdirirdi belki otururken.

  Cadde boyunca sağlı sollu yükselen, birbirine bitişik eski ve yeni binaların altlarındaki mağaza, kafeterya ve müzik dükkânlarından yükselen onlarca şarkının melodileri birbirine karışıyordu. Ama İstiklal’de zaman zaman duyacağınız bir şarkıcının sesi, diğerlerinden hemen ayrılıyordu. Birkaç dükkânda ayrı ayrı şarkıların aynı anda çalınmasına rağmen, Volkan bir tanesine hemen kulak kabarttı. Birkaç ay önce bu albümü satın almıştı ve çalan, onun en sevdiği şarkılarından biriydi.   “Bahar geldiğinde mi ben böyle olurum? Yoksa böyle olduğumda mı gelir bahar? Ayrıca bunun seninle ne ilgisi var? Tabii ki ben böyle olduğum için bahar. Çünkü sana değdiğinden beri ellerim, bütün kış dallarında tomurcuklar var…” “Ah Candan! Harika bir kadınsın sen…” diye iç geçirdi.

(…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………
…………………………………………………………………………………………………………………………)

  Bu saçma düşünceleri kafasından uzaklaştıran o sesle kendine geldi. Dlink! Dlinnnk! Dlinkk! Ah! Bu sesi çıkaran o makineleri çok seviyordu. Bir zamanların büyülü Pera’sından -hep o günlerde yaşamış olmayı dilerdi- günümüzün karmaşık İstiklal’ine yadigâr kalmış, üzgün ama bir o kadar asil ve masalsı makineler… Volkan’ın önündeki insan güruhu, arkalarına bakmaksızın ikiye ayrıldı. Taksim yönünden gelip, Tünel’e doğru ilerleyen kırmızı smokinli vakur beyefendi, etraftaki gürültü saygısızlığına inat, sessiz sedasız ve kimseyi rahatsız etmemeye özen göstererek, caddenin ortasındaki raylarda insanların arasından geçip gitti. Tramvayın hemen arkasından kalabalık, Musa’nın geçmesinin ardından kapanan Kızıldeniz’in suları gibi tekrar birbirine karıştı.

(………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………
……………………………………………………………………………………………………………………………….

(©Attila Şanbay, AYNADAKİLER- 9, 10 ve 11. Sayfalardan)

Türkçe'nin Matematiği



"Victor Hugo şiirlerini 40.000 kelime ile yazdı. Türkçe'yi en zengin kullananlardan Yaşar Kemal'in romanları 3.500 kelimeyi geçmez" görüşü çok yaygındır. Bu görüş haklıdır zira Türkçe'nin Fransızca'ya oranla daha az sözcük içerdiği doğrudur. İngilizce'ye, Almanca'ya, İspanyolca'ya oranla da daha az sözcük içeriyor olması gerekir. Ne var ki bu Türkçe'nin daha yetersiz bir dil olduğu anlamına gelmez! Çünkü Türkçe az sözcük ile çok şey anlatabilen bir dildir! Daha fazla sözcük içerse bunun kimseye zararı dokunmaz ancak, gereği yoktur. Başka bir dilden Türkçe'ye çeviri yapan herkes sözlüğü açtığında, aralarında minik anlam farkları olan bir çok sözcüğün Türkçe karşılığında çoğu zaman aynı kelimeyi okur. Bu, ilk bakışta bir eksiklik gibi görünebilir, oysa öyle değildir. Çünkü yukarıda adı geçen diller kelimelerin statik olan anlamlarını öğrenmeye, Türkçe ise bu anlamları bulup çıkarmaya, yani dinamik anlamlandırmaya dayalıdır. Türkçe'de anlamları sözlükteki tanımlar değil, kelimelerin cümle içindeki konumları belirler. Tam bu noktada, Türkçe'nin, referans olmak üzere sadece gerektiği kadarı sözlüklere alınmış, sonsuz sayıda kelime içerdiği bile öne sürülebilir. 

İngilizce-Türkçe sözlükte "sick", "ill" ve "patient" ın karşısında hep "hasta" yazar. Bu bağlamda İngilizce'nin üç kat daha fazla sözcük içerdiği söylenirse bu doğrudur. Ancak, aradaki farkların Türkçe'de vurgulanamadığı söylenmeye kalkılırsa bu yanlış olur: "doktor falanca beyin hastası olmak", "böbrek hastası olmak", "Internet hastası olmak", "filanca şarkının hastası olmak" arasındaki farkı Türkçe konuşan herkes bir çırpıda anlar. Bunun nasıl olabildiğini görmek zor değildir. Bir kalem alıp, alt alta: 

3 + 5 =
12 + 5 =
38 + 5 =

yazmak, sonra da bunları toplamak yeterlidir. Hepsinde aynı "+ 5" yazdığı halde sonuçlar farklı çıkıyorsa, Türkçe'de de hepsinde aynı "hastası olmak" ifadesi geçtiği halde sonuçlar farklı olacaktır. Türkçe'nin az araç ile çok iş yapmasının sırrı matematikte yatar. 0 dan 9 a kadar 10 tane rakam, artı, eksi, çarpı, bölü dört işlem işareti ve bir ondalık ayracı virgül, yani topu, topu 15 simge ile sonsuz sayıda işlem yapılabilir. Türkçe de benzer özellikler gösterir. Türkçe matematiğe dayalı olmaktan da öte, neredeyse matematiğin kılık değiştirmiş halidir.

Türkçe'deki herhangi bir fiilin çekiminin ve kelimelerin nasıl çoğul yapılacağının öğrenilmiş olması, henüz varlığı bile bilinmeyen, 5 yıl sonra Türkçe'ye girecek fiillerin nasıl çekileceğinin ve 300 yıl önce unutulmuş kelimelerin çoğullarının ne olduğunun biliniyor olması demektir. Bu tıpkı birinci dereceden 2 bilinmeyenli bir denklemin nasıl çözüleceği öğrenildiğinde, sadece x = 6, y = 23 olan denklemlerin değil, aynı dereceden bütün denklemlerin nasıl çözüleceğinin öğrenilmiş olması gibidir. Oysa sözgelimi İngilizce'de "go", " went" olurken "do", "did" olur. Çoğul ekleri için de durum aynıdır: "foot", "feet" olurken "boot", "beet" değil "boots" olur. Bunun tutarlı bir iç mantığı yoktur, tek çare böyle olduklarının bellenmesidir.

Türkçe'de ise, statik kelimeleri ezberlemek yerine dinamik kuralları öğrenmek gerekir. Türkçe'de neredeyse istisna bile yoktur. Olanlar da ses uyumu gereği alma olması gereken meyve isminin elma biçimine dönmesi gibi birkaç minör istisnadır. Kurallar ise neredeyse, bu dili icat edenlerin Türk olduğuna inanmayı zorlaştıracak kadar güçlü ve kesindir.

Bu noktadan sonra, anlatılanları matematik olarak formüle etmek, aradaki ilişkiyi somutlaştırabilmek açısından yararlı olacaktır. Bunu yapmanın en kolay yolu ikili sayı sistemini kullanmak olduğu için de yalnızca 0 ve 1 leri kullanmak yeterlidir. İzleyen örneklerde [1 = var] ve [0 = yok] anlamında kullanılmışlardır.


KELİME KÖKÜ
ÇOĞUL EKİ
MATEMATİK İFADE
ev

1.0
ev
ler

1.1

ler

0.1

Türkçe'deki bütün kelimelerin 2 bit olduğu varsayılabilir (ileride bit sayısı artacak). Tekil olan bütün kelimeler 1.0 (kelime kökü var; çoğul eki yok), çoğul olanlar ise 1.1 dir (kelime kökü var; çoğul eki var). Bu kural hiç değişmemek bir yana, öylesine güçlüdür ki Türkçe'de başka hiç bir dilde yapılamayacak bir şey yapılıp, olmayan bir kelimenin çoğulu dahi söylenebilir (0.1). Birisi karşısındakine sadece "ler" dediğinde, alacağı tepki: "anladık ler de, neler?" türünden bir cevap olacaktır. Bir şeylerin çoğulunun söylendiği bellidir de, neyin çoğulunun kastedildiği açık değildir.

VURGULAMA
SIFAT KÖKÜ
ZAYIFLATMA
MATEMATİK İFADE

kırmızı

0.1.0
kıp
kırmızı

1.1.0

kırmızı
msı
0.1.1
kıp
kırmızı
msı
1.1.1

Türkçe'deki sıfatların anlamını kuvvetlendirmeye veya zayıflatmaya yarayan bu kural da hiç değişmez. Hatta istenirse bu kurala uyan ama hiç bir sözlükte bulunmayan, hem kuvvetlendirilmiş hem de zayıflatılmış garip sıfatlar bile türetilebilir. "Güneş doğmazdan az önce ufuk kıpkırmızımsı (kıp + kırmızı + msı; [1.1.1]) bir renk aldı" dendiğinde, herkes neyin kastedildiğini anlayacaktır. Çünkü ayaküstü türetilen bu sıfat, hiç bir sözlükte yer almaz ama, Türkçe konuşan herkesin çok iyi bildiği bu kurala uygundur.
Fiil çekimlerinde de işler farklı değildir. Burada zorunlu olarak kişi için 3, zaman için 2 bitlik gruplar kullanılacak. Çoklu bit grupları şunları ifade edecek:

011 = ben
010 = sen
000 = o
111 = biz
110 = siz
100 = onlar
-------------
00 = geniş zaman
11 = şimdiki zaman
10 = gelecek zaman
01 = geçmiş zaman


KÖK
YETERLİLİK
OLUMSUZ
ZAMAN
HİKAYE
RİVAYET
KİŞİ
MATEMATİK İFADE
oku
(y)abil

di


m
1.1.0.01.0.0.011
oku
(y)a
ma
z

mış
sın
1.1.1.00.0.1.010
gel

me
(y)ecek
ti


1.0.1.10.1.0.000
git

me
di


k
1.0.1.01.0.0.111
şaşır
abil

ecek
ti

niz
1.1.0.10.1.0.110
bil


(i)yor


lar
1.0.0.11.0.0.100

Tabloda zaman ile ilgili küme 3 bit yapılıp geçmiş zaman "di'li geçmiş" ve "miş'li geçmiş" olarak ikiye ayrılabilir, soru bileşkeni için ayrı bir bit eklenebilir, emir ve şart kipleri de işin içine katılabilir ancak, sonuç değişmezdi.

Cümleleri oluşturan öğelerin (özne, nesne, yüklem, vb...) sıralaması da rastgele değildir. Türkçe cümleler bir tür "crescendo" (şiddeti giderek artan dizi) izlerler. Bütün vurgu en sonda yer alan yüklem (fiil) üzerindedir. Diğer öğelerin önemi, yükleme olan yakınlık/uzaklık konumları ile belirlenir. Yükleme yakınlaşıldıkça önem artar. Gene matematiksel olarak ele almak gerekirse, cümleyi oluşturan her bir öğenin toplam öğe sayısı kadar haneden oluşan bir matematik değere sahip olduğu varsayılabilir. "Dün Ahmet camı kırdı" cümlesi 4 öğeden oluşmaktadır; o halde her öğe 4 haneli bir değere sahip olacak, ilk öğe en düşük, son öğe ise en yüksek değeri taşıyacaktır.


CÜMLE
MATEMATİK DEĞER
0001

MATEMATİK DEĞER
0011

MATEMATİK DEĞER
0111

MATEMATİK DEĞER
1111

1
Dün
Ahmet
camı
kırdı.
2
Dün
camı
Ahmet
kırdı.
3
Ahmet
dün
camı
kırdı.
4
Ahmet
camı
dün
kırdı.
5
Camı
dün
Ahmet
kırdı.
6
Camı
Ahmet
dün
kırdı.


Tablodaki cümleler tek, tek ele alındıklarında:
1. cümle: Dün Ahmet bir iş yaptı ve bu camı kırmak oldu.
2. cümle: Dün kırılan camı başkası değil Ahmet kırdı (suçlu Ahmet!).
3. cümle: Ahmet'in dünkü işi camı kırmak oldu (belki önceki gün kitap okumuştu).
4. cümle: Ahmet camı herhangi bir zaman değil, dün kırdı (yarın kırması gerekiyor olabilirdi).
5. cümle: Cam düne kadar sağlamdı, kırılmasının suçlusu ise Ahmet.
6. cümle: Camı Ahmet zaten kıracaktı, bunu dün yaptı.

Cümleyi oluşturan öğeler kesinlikle aynı kalırken (cam hep 'i' haliyle 'camı' olarak kaldı; fiil hep 3. tekil şahıs, di'li geçmiş zamanda çekildi, vb.) sadece yerlerinin değişmesi cümlelerin anlamlarını da değiştirdi. Her cümlede 0011, 0001'den daha fazla, 0111 bu ikisinden daha fazla, 1111 ise hepsinden daha fazla önem taşıdı. Anlamı belirleyen de zaten her bir öğenin matematik değeri oldu.

Kelimelerin statik anlamlar taşıdıkları dillerde, zaman belirtecinin (dün) yeri değiştirilerek elde edilebilecek 2 çeşitlemenin dışında diğer anlamları vermek için kip değiştirmek (edilgen kip - passive mode kullanmak) veya araya açıklayıcı başka kelimeler eklemek gerekir. Türkçe konuşanlar ise her bir cümlenin diğerinden farkını derhal anlarlar.

Matematik ile olan alış-veriş yalnızca verilen örneklerle sınırlı değildir. Türkçe'nin ne tarafı ele alınsa bu ilişki ile yüz, yüze gelinir. 

Türkçe'nin bu özelliğini "İnsanlar kendilerine ulaşan mesajları nasıl anlarlar? Bunun kullanılan dil ile bir ilgisi var mıdır? Bir Fransız, bir İngiliz, bir Türk aynı mesajı kendi ana dillerinde alsalar, birbirleri ile aynı şekilde mi, yoksa farklı mı algılarlar? Eğer dilin algılamayla ilgisi varsa, işin içine bir dil karışmadığında yani sözgelimi bir pantomim gösterisi izlenir veya üzerinde hiç yazı olmayan bir afişe bakılırken, dil ile ilgili bu alışkanlıklar nasıl etki ederler?" türünden sorulara yanıt ararken fark ettim. Bu özellik konuya ilgi ve sabırla yaklaşıp, bakmayı bilen herkesin görebileceği kadar açık. O nedenle, bu güne kadar kesinlikle başkaları tarafından da görülmüş olmalı. "Türkçe çok lastikli, nereye çeksen oraya gidiyor" diyenler de aslında, hayal meyal bu özelliği fark eder gibi olup, ne olduğunu tam adlandıramayanlardır.

Türkçe teknik açıdan mükemmel bir dildir. Bu mükemmelliğin nedeni matematik ile olan iç içeliktir. Keza, ne yazık ki Türkçe'nin, bu dili konuşanlara kurduğu tuzak ta buradadır.

Kentli - köylü, eğitimli - eğitimsiz, doğulu - batılı, vb... kültür çatışmaları dünyanın her yerinde vardır. Gene dünyanın her yerinde iyi, kötü işleyen bir "asimilasyon" ve/veya "adaptasyon" süreci bu çatışmayı kendi içinde bir takım sentezlere götürür. Türkiye bu açıdan dünya genelinin biraz dışındadır. Bizde "asimilasyon" ve/veya "adaptasyon" süreci ya hiç çalışmaz, ya da akıl almaz bir yavaşlıkta çalışır. Sorun, başka sebeplerin yanı sıra kullandığımız dilden de kaynaklanmaktadır. Düşünme, kendi kendine sözsüz konuşma olarak kabul edilirse (bence öyledir), anadilin kişilerin düşünce yapısı üzerinde etkili olduğunu da kabul etmek gerekir; insanlar kendi anadillerinde düşünürler. Türklerin büyük paradoksu işte buradadır. Teknik açıdan mükemmel bir dil olan Türkçe, kendi dışımızdaki dünyayı kendimizce değiştirmeden, olduğu gibi algılamaktaki en büyük engelimizi oluşturmaktadır.

Örneğin, Türkiye dışına yabancı işçi olarak giden ilk nesil gerek bulundukları ülkenin dilini öğrenme, gerekse oradaki yaşam biçimine ayak uydurma konusunda muhteşem bir direniş gösterdiler. Bu direnişin boyutları o denli büyük oldu ki, başka hiç bir diasporada gözlenmeyen gelişmeler yaşandı. Türk diasporası, gettolaşıp kendi kültürünü gene kendi içine kapanık bir çevrede yaşayacak yerde, kendi kültür kurumlarını o ülkeye ithal etti. Asimile olmaya en dirençli kültürlerden biri kabul edilen İspanyollar, gittikleri yere sadece gazetelerini ve bazen de radyolarını taşımakla yetinirken; Türklerin bunlara ek olarak (hem de birden çok) televizyon kanalları ve hatta kendi fast-food'ları (lahmacun, döner, vs...) oldu. Bunları başaran insanların yeteneksiz olduklarına, uyum sağlamayı da bu yeteneksizlikleri yüzünden beceremediklerine hükmetmek en azından adil ve gerçekçi olamaz. Keza, böylesine önemli bir kültür direnişi gösterenlerin, orada doğan çocuklarını eğitirlerken, bunca sahip çıktıkları kültürlerini göz ardı etmiş olmaları da düşünülemez. Ancak gözlemlenen o ki, orada doğan ikinci nesil, gene sözgelimi İspanyollar arasında hiç görülmediği kadar hızla asimile oldu. Bunun nedenini evdeki Türkçe'nin yanı sıra okulda öğrenilen ve ev dışında yaşanan, o ülkenin dili faktöründe aramak çok yanıltıcı olmayacaktır.
Biz Türkler, konuşmayı öğrenirken (tıpkı sick, ill, patient örneğinde olduğu gibi) farklı durumların farklı kavramlar oluşturduğunu, bu farklı kavramların da farklı adları olması gerektiğini öğrenmeyiz. Aynı adı taşıyan farklı kavramları birbirinden ayırmaya yarayacak sezgisel (sezgisel => doğal => matemetiksel) yöntemin kurallarını öğrenmeye başlarız. Sezgiselliğe şartlanmış beyinler ise dış dünyayı hiçbir değişikliğe uğratmadan, olduğu gibi algılamayı bilemediklerinden, bildikleri tek yönteme yani kendilerince anlam çıkarsamaya veya başka bir ifadeyle "sezdikleri gibi algılamaya" yönelirler.
Algıladıkları kavramların tümü kendi çıkarsamaları doğrultusunda şekillenmiş olan, kendilerince tanımlanmış bir dünyada yaşayan insanlara ulaşan mesajlardaki kodlar ne kadar "herkesçe bir örnek" algılanabilir? Üzerinde emek harcanmaya değer temel sorulardan biri budur. Bu sorunun yanıtı belirginleştikçe, neden batıdaki sistemlerin bir türlü Türkiye'de oluşturulamadığı sorusunun yanıtı da belirginlik kazanabilir.

Türkçe'nin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bu özel durum kuşkusuz tüm iletişim alanları için geçerlidir. Yunus Emre'nin okuması, yazması olmayan göçebe Türkmen boyları arasında 700 yıl boyunca bir nesilden diğerine büyük bir sadakatle, sözlü kültür ürünü olarak aktarılmasının ardında Türkçe'nin sezgiselliğini sonuna kadar kullanmadaki becerisi vardır. Tanzimat ve Cumhuriyet aydınlarının bir türlü geniş kitlelere seslerini duyuramamalarının nedeni de gene aynı denklemin içinde aranmalıdır. Fransız gibi, Alman gibi düşünmeyi öğrenenler, meramlarını anlatırken bunu yeni öğrendikleri düşünce sistematiği içinde yapmaya kalkışmış ve Türk gibi anlatmayı becerememiş olduklarından başarısız kalmışlardır.

Mesajlar sadece algılanabildikleri kadar etkili olurlar. Mesajları üretenlerin kendi konularına ne kadar hakim oldukları mesajın bütünlüğü açısından önemlidir ama, hitap edilen kişilerin kendilerine yönelen mesajları nasıl algıladıkları her şeyden daha önemlidir.