Attila Şanbay'ın yeni romanından giriş bölümü (Sayfa Yönetimi)
......................................................................
''Ruhumu harap olmaktan, canımı aslanlardan kurtar.'' -Mezmurlar 35:17
GİRİŞ
Bir insanın kolu bu kadar kolay kopabilir miydi? Hem de tam omzundan! Bu kadar kolay? Yani… Yani, ne bileyim işte, insan bir oyuncak bebeğin bile kolunu zorlasa daha zor kopardı herhalde… Tabii ya, daha bile zor kopardı. Ah! Allah’ım! Ah…
Üzerinden sular süzülen, lacivert naylon yağmurluklu adam, son yirmi beş saniyedir, elinde tuttuğu kopuk kola bakıp bunları düşünüyordu. Hiç de korku filmlerinde gösterdikleri gibi, kol koptuğunda kanlar fışkırmamıştı. Çok abartıyorlardı zaten o filmleri. Ama sonra elinde tuttuğunun sol değil, sağ kol olduğunu fark etti. Öyle tabi ya, sağ tarafta atar damar olmazdı ki, belki de bu sebepten öyle fıskiyeden çıkar gibi fışkırmamıştı kan. Ya da boktan başka bir sebepten. Doktor falan değildi, ne bilecekti sebebini?
Olduğu yerde sallanıyordu. Az önce olan şey yüzünden bulanan midesi, bu sallantıyla daha kötü olmaya başlamıştı. Sandal hiç durmuyordu. Gerçi sallanan sandal mıydı, yoksa kendisi mi bunu kestiremiyordu artık. Rüzgâr iyiden iyiye azıtmaya başlamıştı; suyun yüzeyinden kopardığı minik, soğuk damlacıkları adamın yüzüne vuruyordu. Her su zerresinin vuruşu, adamın derisine buzdan iğneler batırıyordu. Sırılsıklam giysileri yüzünden titremeye de başlamıştı. Başını kaldırıp gözlerini kısarak, kasvetli Kasım göğüne baktı. Bulutlar karamaya başlamış, sanki canlılarmış gibi dönerek ve garip kıvrımlarla birbirlerine sokuluyorlardı. Adamın tepesinde siyah yağlı tülden, pis, uğursuz bir cibinlik gibiydiler.
Hani hava açacaktı? Adi Meteoroloji Kurumu! Hani açacaktı ha? Size güvenmeseydik bugün denize açılmazdık ve… Ve tüm bu şeyler olmazdı!
Ama Meteoroloji Kurumu’nun bir suçu yoktu. Çünkü aslında hava, tahmin ettikleri gibi açıktı, hem de tüm bölgede.
Sadece şu an adamın ve sandalın bulunduğu o nokta dışında… O küçücük alan.
Ne vardı sanki balığa çıkacak? Balıkçı adı verilen dükkânlar, zaten bu işi diğer insanlar için yapmıyorlar mıydı? Giderdin, parasını öder ve istediğin balığı alıp yerdin. Fakat adam ve arkadaşı balığa kendileri çıkmakla ve hiç balık tutamamakla kalmamış, bu başarısızlıklarını işte bu kayalıklara gelip, ‘Bari midye çıkaralım’ diyerek biraz olsun gidermek istemişlerdi. Eve eli kolu boş dönmek olmazdı. Karılarına ‘Bak hayatım, sana midye getirdim’ diyerek böbürleneceklerdi. Ama şimdi bu iki adamdan sadece bir tanesi eve dönecek ve bu ev kendi evi yerine arkadaşının evi olacaktı. Ve kendi karısına değil, arkadaşının karısına uzatacaktı getirdiği şeyi.
Ve de şöyle diyecekti ‘Bak Fulden, sana kocanın kolunu getirdim.’
Deniz, sandalın etrafında koyu laciverte dönmüştü. Az önceki kızıllık dağılmaya başlamıştı. Kanın kızıllığı. Her şey ne kadar çabuk olup bitmişti. Buranın yakınından her yarım saatte bir vapurlar geçerdi. Oysa adam, olay yaşanırken hiç vapur veya başka bir tekne görmemişti. Ya da göremeye imkânı olamamıştı. Peki, onlar gelip geçerlerken nasıl olup da görmemişlerdi? Bunların bir önemi yoktu zaten.
Üşümesi, şoku biraz atlatmasına yardımcı olmuştu. Elindeki kola baktı tekrar. Yıllardır tokalaşırken tuttuğu o samimi el, şimdi bu et ve kemik parçasının ucunda sallanıyordu. Parmakların her birinden sızan kan, sandalın içine damlıyordu. Kolu elinden bırakmak istedi. Sandalın içine mi, yoksa vücudun geri kalanının kaybolduğu o karanlık sulara mı bırakacağını bilemedi. Suya atarsa eski dostuna saygısızlık edeceğini düşündü. Ama yanında da götüremezdi. Ona bakmaya daha fazla tahammül edemezdi. Zaten karaya çıkıp, olayı yetkililere bildirdiğinde, bu bölgede arama yapacaklar ve arkadaşının cesedini bulacaklardı. Elbet kolunu da bulabilirlerdi. ‘’Kusura bakma dostum,’’ dedi ve kopuk kolu usulca sandalın yanından suya bıraktı. Kol suyun dibine batarken açık kalmış olan el yukarıya doğru bakıyordu, sanki kendisine veda eder gibiydi. Ya da… tam tersine, Merhaba der gibi; ‘’Hey, birader nasılsın bugün? Gelsene sen de benimle. Gel bak, burada neler var? Ne güzel şeyler…’’
‘’Elimden geleni yaptım Mesut,’’ dedi adam ağlamaklı sesiyle ve karanlık suya bakarak. ‘’Bunu gördün, biliyorsun, Allah da bilir ya…’’
Evet, elinden geleni, hatta fazlasını yapmıştı. Arkadaşı suyun içinde o şeyle mücadele ederken, o da giysileriyle suya atlamış, dostunu kurtarmak için insanüstü bir çaba harcamıştı. Ama olmamıştı işte. Tekrar sandala çıkıp arkadaşını elinden tutarak çekmeyi denemiş fakat o garip biçimli keskin uzantı suyun içinden fırlayarak, arkadaşının kolunu omzundan koparmıştı. Sonra da bedeni, kanlı köpükler ve baloncuklar bırakarak gözden yitip gitmişti. Ve kol da kendi elinde kalıvermişti.
‘’Uzanmamalıydın Mesut…’’ dedi adam ağlayarak kendi kendine. Keşke onu, kollarını sıvayıp yarı beline kadar sandaldan sarkarken ve daha derindeki midyelere ulaşmaya çalışırken engelleseydim diye düşündü. Daha derinlerdeki midyeler incili oluyorlarmış güya. Kayaların yüzeye yakınındaki mideyeler nelerine yetmiyordu ki?
Bir köpekbalığı mıydı bu? Yok canım, Marmara Denizi’nde, hele ki bu bölgede, bu kadar büyük ve yırtıcı bir köpekbalığı cinsi yoktu muhtemelen. Hem adam görememişti zaten ne olduğunu. Bir an için bile olsa görememişti neye benzediğini. Sadece suların içindeki kuvvetli bir cüsseydi o şey, adam yalnızca bu karşı konulamaz kuvveti hissetmişti tüm kaslarında. Üstelik köpekbalıklarının öyle bir uzantısı olmazdı değil mi? Mesut’un kolunu koparan şu şey… Organ mıydı, garip bir dokunaç mı ya da bir alet miydi?
Arkadaşını kurtaramadığı için derin bir keder içindeydi. Fakat kendini sandala atabilmiş olması da büyük bir şanstı. Sonunda ağlamaya başladı. Avazı çıktığı kadar bağırmaya ve ağlamaya. Bunu yapabiliyor olması iyiydi belki de. Üzerindeki korkuyu ve şoku boşaltmasına yarardı, delirmesini önlerdi belki… ya da önlemezdi.
Buradan hemen uzaklaşmalı ve karaya çıkmalıydı. Tam küreklere uzandığı sırada, tek bir kürek olduğunu gördü. Mücadele sırasında ıskarmozlardan biri kırılmış ve ona bağlı olan diğer kürek suya düşmüştü. Merakla çevresine bakındı. Kürek yaklaşık otuz metre uzakta, suyun üzerinde yüzüyordu. ‘’Sokayım böyle işe,’’ diye söylendi. Sandalın motoru da yoktu. Tek kürekle sahile kadar varabilirdi belki. Kano kullanır gibi. Belki bu arada bir vapur veya başka bir tekneye de rastlardı. Tamam, denemeye değerdi, sahil uzak sayılmazdı. Buradan bakıldığında Maltepe Camii’nin minareleri bile görünü-yo… rdu!Ama? Allah kahretsin! Şu anda onlar da görünmüyordu! Sahil tamamen gözden kaybolmuştu. Şu anda bunun nedenine kafasını yoramayacak kadar paniğe kapılmıştı. ‘’Telefon! Telefon!’’ diye sayıklayarak, histerik hareketlerle ıslak giysilerinin ceplerini yoklamaya başladı. Yardım isteyecekti. Sonunda ceplerden birinden telefonunu çıkardı. Burnundan köpüklü sümükler fışkırtarak ve çıldırmış gibi gülerek, birden o reklam şarkısını söylemeye başladı, ‘’Turkcell’le bağlan hayataa… dınınımm… Turkcell’le bağl…’’ ama telefona bakar bakmaz susuverdi. Telefonun ekranının içi minik bir akvaryuma dönmüştü. Adam bu kez tekrar ağlamaya başladı. Boğazını yırtarcasına haykırıyor, ağlıyor, lastik botlarının tabanlarıyla sandalın zeminini tekmeliyordu şimdi. Bazen hayata bağlanmak o kadar kolay olmuyordu demek ki. Telefonu olanca gücüyle denize fırlattı. Cihaz suyun üzerinde en az altı kez güzelce sekti. Başka zaman olsa insan, düzgün bir taşı bile bu kadar iyi sektiremezdi.
Tamam, sakin olacak ve ilk düşündüğü şeyi yapacaktı. Tek kürekle sahile ulaşmaya çalışacaktı. Delice haykırması kesilmişti ama yine de ağlamaya devam ediyordu. Kalan tek küreğin ipini ıskarmozdan çıkardı. Küreğin ucunu uzatabildiği kadar uzatıp, az ötesindeki, denizin ortasına yapılmış fenerin kaidesini oluşturan kayalığa dayadı. Kendisini ve sandalı iterek biraz ivme kazandı. Sandal birazcık yol almaya başladı, bir buçuk metre kadar. Sonra adam oturağa iyice yerleşerek, ağır küreği sandalın bir sağ, bir sol tarafından suya daldırarak ilerlemeye çalıştı. Biraz zor olacaktı ama olacaktı galiba. Gözlerini kısarak sahili görmeye çalıştı. Hava iyice kararmıştı ve yağmur da çiselemeye başlamıştı. Bir sis perdesinin ardından görünür gibi belirsiz ışıklar gördü uzaklarda. O yöne gitmeliydi.
Sağ ve sol. İşte böyle. Sol ve… tam küreği sudan çıkartacağı sırada sırtında müthiş bir acı hissetti. Göğsü öne doğru gerildi, kollarıysa geriye. Aynı anda soluğu kesildi. Hayır hayır benzetme değil, tam anlamıyla soluğu kesiliverdi. Sırtından giren sivri, kıvrık ve keskin bir şey, ciğerlerini yırtmıştı. Bu soğuk şey, adamı kuvvetlice geriye doğru çekerken, aynı zamanda da göğsünün içinde aşağıya kayarak, tüm iç organlarını parçaladı. Adamın şaşkınlıktan ve acıdan büyüyen yaşlı gözleri gökyüzüne bakıyordu. Ciğerlerinden gırtlağına yükselen kan, ağzından boşalmaya başladı. İri birer yağmur damlası adamın açık kalan gözlerinin içine düştü. Adam da suya.
Kiralık sandal başıboş bir halde, karanlık sularda yalpalıyordu...
Olabiliyordu işte, bazı günlerde balık avları böyle verimsiz geçebiliyordu.
(Ve Maltepe Camii, olması gereken yerde değildi...)
..........................................................
(©Attila ŞANBAY)
(kapak şimdilik ev yapımıdır :) )

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder